Hürriyet

27 Mart 2013 Çarşamba

Juliard Scholl'dan Eugene Becker'in Masterclass ve konseri


 Öncelikle yukarda ilave ettiğim görselleri açıklamak istiyorum. İlk görsel Burcu Göker'in 27 Ocak 1997 günü Ecole de Musique de Paris'te yapılan Concouers Nerini yarişmasında aldığı diploma, ikinci görselde Burcu, ben ve babası Sen nehrinde bir boat gezisindeyiz.
  Ocak 1997 başında babamızı İstanbul'a yolculadıktan sonra eve döndüğümü, çocukların da okullarına gittiklerini bir önceki yazımda yazmıştım. Yoğun çalışma günleri başlamıştı. Burcu dersleri olduğu günler Konservatuara veya lisan dersanesine gidiyor, diğer günler evde kalıp keman çalışıyordu. Ebru ise Üniversiteye gidiyordu. Ben onlar olmadığı zamanlarda evde ev işi ve yemek yapıyordum. Bulaşık ve çamaşır makinemiz yoktu. Çamaşırları pazar için aldığım çek çek arabasının içine torba ile koyuyor, sokağın ucundaki çamaşırhaneye gidiyordum. Ebru bana nasıl yapacağımı göstermişti. Jeton kutusundan iki jeton alıyordum. Birisi çamaşırları yıkamak için, diğeri kurutmak için. Sırası ile çamaşırları yıkama ve kurutma makinelerine koyup yıkayıp kurutuyordum. daha sonra kurutma makinesinden aldığım çamaşırları katlayıp gene naylon torbalara ve çek çek arabasına koyarak eve geliyordum. Oldukça zor gözüken bu işe bir süre sonra alışmıştım. İstanbul'da söyleseler asla yapamam diyebileceğim işi hiç gocunmadan, hatta eğlenerek yapıyordum. Çünkü burada bu şekilde çamaşır yıkamak normaldı. Çamaşırhaneye genç öğrenciler geldiği gibi benim gibi yaşlı hanımlar da geliyordu. Hatta benim gittiğim saatlerde öğrenciler değil daha ziyade yaşlılar oluyordu. Gelenlerin sosyal seviyesinin veya gelir seviyesinin düşük olduğunu falan sanmayın. Herkes son derece elit gözüküyordu. Evler küçük olduğundan ve bir çoğunda çamaşır makinesi olmadığı için herkes bu şekilde bir uygulama yapıyordu.
  Bir sonraki sene ben devamli Paris'te yaşamaya başlayınca bir çamaşır makinesi aldık evimize. Bu şekilde daha rahat oluyordu tabii.
  Evde bulaşık makinesi de yoktu ama sıcak su olduğu için ben bulaşığı elde yıkıyordum ve sorun olmuyordu.
  Burcu evde çalışacağı zamanlar ben ya pazara gidiyordum veya alış verişe. Tabii uzun kafe seanslarımda oluyordu. Sakin ve güzel kafe oturmalarına Paris'te alıştım. Çantama kitabımı, gözlüğümü atıp kendimi bir kafede buluyordum hemen. O zamanlar İstanbul'da fazla kafe alışkanlığı yoktu. Bir pastaneye gidiyordunuz. Sürekli bir şeyler içmek zorunda idiniz. Etrafta konuşan insanlardan, birbirine yakın kalabalık masalardan, sürekli tepenizde dolaşan masayı silen , fincanı alan garsondan ,fazla rahat olmayan sandalyelerden uzun süre oturma imkanınız olmuyordu o tip yerlerde.
  Oysaki Paris'te rahat moreken koltuklu , sakin, gürültüsüz kafeler tam okumak ve yazmak için uygun yerlerdi. Hele içtiğiniz kahvenin fincanını bile siz kalkmadan almayan, siz çağırmadıkça yanınıza uğramayan garsonlar harika idi. Ben saatlerce kafede oturup sohbet etmeye, kitap okumaya, yazmaya Paris'te alıştım.
  Ebru'nun dersinin az olduğu günlerde onunla Üniversiteye gidiyordum. Nation'dan geçen 86 numaralı otobüs Sorbonne Üniversitesine gidiyordu. Otobüs harika yerlerden geçiyordu. Bu şekilde şehri daha iyi görmüş ve tanımış oluyordum. Daha sonraları otobüs seferlerini ihtiva eden bir Bus kitabı alıp bütün seferleri teker teker deneyecektim.Bir otobüse binip gittiği yere kadar gitmek, orada inip başka bir otobüsle dönmek , veya otobüsten metro hattındaki bir istasyonda inip metro ile başka bir hatta geçmek harika bir gezi oluyordu. Olay sizin yaratıcılığınıza kalmıştı. Hem Paris'i öğreniyordum hem de zevk alıyordum. Ülkemde hiç alışmadığım bu çok zevkli ve konforlu otobüs yolculukları bir süre sonra gözü kapalı Paris haritası çizecek kadar şehir bilgisine sahip olmamı sağladı. Şu anda bile Paris'i avucumun içi kadar net biliyorum. Doğduğum, büyüdüğüm  şehir İstanbul'u bu kadar iyi bildiğimi iddaa edemeyeceğim.
  Günler geçiyordu.Nihayyet uzun süredir beklediğimiz masterclass günü gelmişti. Newyork Juliard Schooll'dan Prof. Eugene Becker'in bir masretclass  için okula geleceği ve daha sonra da bir konser vereceği günler öncesinden okula asılan ilanlarla duyurulmuştu. Keman ve viyola için yapılacak bu kursa öğretmenler seçtikleri az sayıda öğrenciyi yönlendirecekler ve bu seçilen öğrenciler adı geçen profesör tarafından çalıştırılacak ve gün sonunda bir konser vereceklerdi. Bu çok onur verici bir olaydı. Paris'te bir Konservaturda A.B.D nin en önemli okulundan gelmiş bir profesöre takdim edilmek onunla çalışmak imkanına sahip olmak ve sonunda onun önünde bir konser vermek ancak çok az sayıda öğrenciye nasip olabilirdi.Burcu da öğretmeni Madam Gazeau tarafından bu masterclassa katılmak üzere seçilmişti. Masterclass ve arkasından konser halka açıktı. Paris 'te bile olsa A.B.D ve Juliard Scholl bir hayal gibi idi. Sanırım Burcu'da Amerika ve Juliard Scholl hayali o zamanlarda başladı.
  O gün kurs saatinden oldukça önce Burcu okula gitti.Zira hocası onu önceden dinlemek istemişti. Ben daha onra gittim. Konservatuar Oditoryumunda kendime sahneyi görecek bir yer bulup oturdum. Biraz sonra salon hınca hınç doldu. Benim gibi meraklı verlilerden başka olayı duyan ve klasik müziğe meraklı semt sakini yaşlılarda salonu doldurmuştu. İnanın bunu İsviçre'de de gördüm. Konserler dışında halka açık kursları, yarişmaları bile büyük bir zevk ve merakla izliyor müzik izleyicisi.
  Kursa seçilen 8 öğrenci vardı. En küçükleri Burcu idi. Burcu'nun Belediye Konserinde beraber çaldığı Matthieu Kasolter de kursiyerle arasında idi. Önce Eugene hoca ile çalışmalarını izledik. Sonra bu çalışmaların ışığında bu öğrencilerden oluşmuş oda müziği toplulukları bir dinleti sundular. 8 öğrenciden 5 oda müziği topluluğu oluşmuştu. Burcu en son çıkan iki keman, bir viyola ve viyolenselden oluşan 4 lüde çalıyordu. Dvorak'ın Quatuar Americain adlı eserini seslendiren 4 lü dinleyiciden ve özellikle Eugene Becker'den büyük beğeni almıştı. Konser sonunda Burcu'yu tekrar tekrar kutlayan Eugene Becker bir gün olurda Amerika'ya gelmek isterse mutlaka Juliard'da onu bulmasını ve Burcu'yu çalıştırmaktan büyük gurur duyacağını belirtiyordu. Burcu o gün kafasına koydu galiba bu fikri.
  Gün Eugene Becker,Davit Gould ve Dimitris Saroğlou 'nun Mozart ve Bach'ın eserlerini seslendirdiği bir dinleti ile son buldu.
  Konser bitip de Konservatuarın önüne çıktığımızda Burcu bana dönüp Amerika'ya gitmek istiyorum dedi. Bir ocak ayı akşamında Paris soğuğunda bu sözler beni buz gibi dondurdu. O anda bana hiç gerçekleşmeyecek bir hayal gibi gelen o sözlerin nereden bilebilirdim ki sadece bir hayal olmadığını ve bir planın başlangıcı olduğunu.
  Ben o anda sadece 26 Ocak günü gerçekleşecek Concour Nerini yarışmasını düşünüyordum. Bu yarışmayı  bir sonraki yazımda anlatacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder