Hürriyet

18 Haziran 2013 Salı

Paris'te mine çiçekleri ile kutlanan 1 Mayıs

  1998 Yılı baharı gelmişti. Paris'te Burcu ve ben karanlık kış günlerinden sonra baharı büyük bir sevinçle karşılamıştık.Bahar hakikaten Paris'te bambaşka oluyordu. Paris'in parklarına daha bir hayran oldum bu bahar aylarında. Yoğun çalışma tempomuz içinde ,tabii çalışan Burcu , ben de sadece onun destekleyicisi idim,okuldan, marketten, dönerken semtimizde bile parkın içinden geçmek ve açan renk renk çiçekleri görmek harika oluyordu.Fransa'da çok dikkatimi çeken bu şehirleşme kuralı oldu. En ufak banliyösünde bile bir meydan etrafında bir park olarak düzenlenen ve halka baharı, temiz havayı her an belirten bu şehircilik anlayışı gerçekten çok keyifli idi. Ülkemiz gibi bir parça yeşil alan bulduğunda hemen ağaçları kesip bir beton bina dikmeye meraklı zihniyetin aksine Fransa'da heryere nefes alınacak yeşil alanlar yapılmıştı ve bütün Fransızlar boş buldukları her an bu yeşilliklerde yaşamın tadını çıkartıyorlardı. Ben Fransızların niye sakin, sinirsiz olduğunu bu şekilde bir kez daha anladım.İnsanlar şehrin içinde işlerine giderken veya ogle yemek molalarında bile ,yahut akşam iş çıkışlarında bu parklarda oturup bir nefes alabiliyorlar, çiçeklere, kuşlara, ördeklere bakıp mutlu oluyorlardı. Bu şehirde nasıl mutlu olunmazdı. Benim gibi Türkiye'nin trafik gürültüsü ile insanları bunaltan büyük şehrinden gelen bir kişi için ne büyük bir keyifti.
  Burcu ile ikimiz bahçelerin, çiçeklerin , doğanın keyfini sürüyorduk bu harika şehirde.Evimize metro ile 3 durak mesafede Park Floral denen büyük bir park vardı. Bazan boş zamanlarımızda sandöviçlerimizi, örtülerimzi alıp bu birbirinden güzel ve farklı tropical bitkilerin bile yer aldığı harika parka gidiyor ve sakin bir ağaç altına örtümüzü yayıp oturuyorduk. Bazen ağaçların altına uzanıp gökyüzündeki bulutları seyrediyorduk. Acıkınca sandöviçlerimizi yiyorduk. Ülkemizdeki piknik adetlerinin aksine burada insanlar mesire yerleri ve piknik alanlarında sadece soğuk sandöviç falan yiyordu. Bizim gibi şehrin içindeki yolun üzerindeki ağaçların altına mangal yakan ve ortalığı toz dumana boğan insan türü burada pek yoktu. Biz onları pek yadırgamıyorduk. Zira biz de İstanbul'da mangalı sadece evimizdeki barbeküde yapan bir insan cinsi idik. Ama onlar bizim ülkemize gelince yollarda yakılan yüzlerce mangalı görünce, pişen et kokularını duyunca çok şaşırıyorlardı. Neden piknik deyince akla hep mangal geliyordu ülkemde.Oysaki mangalda pişen etin ne kadar sağlığa zararlı , kansorojen olduğu defalarca sağlık programlarında dile getirildi.
  Neyse Paris'teki parkları anlatırken nerelere geldi gene yazı. Ama sanırım ülkemdeki bazı uygulamalardan çok bizarım.
  Evet çiçekler, çiçekler,çiçekler. Heryer çiçek olmuştu artık.Evimiz, balkonumuz harika çiçeklenmişti. Sardunyalarım öylesine güzel çiçel açmişti ki. Onlara her hafta vitamin veriyordum ve inanılmaz bir hale gelmişlerdi. Üzerlerinde yapraktan çok çiçek vardı. Sokaklarımız çiçek, ağaçlarımız çiçek, parklarımız çiçek. Paris kışın acısını çıkartıyordu sanki. Gelin gibi çiçeklerle süslenmiş bir şehir.Romantik. aşk dolu...
   Bu müsbet hava Burcu'yu da çok olumlu etkilemişti.Bu arada Paris'teki sosyal çevremiz de gittikçe kalabalıklaşıyordu. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim Saniyeciğim ve ailesi ile daha sık görüşüyorduk.Ozan , Verda sık sık evimize geliyordu. Onların vasıtası ile bir çok başka arkadaşlarımız da olmuştu. Bu arada sık sık Türk Konsolosluğuna .Turhan Bey'i ziyarete gidiyordum. Gene bu ziyaret günlerinden birinde Turhan Bey'in odasında oturmuş sohbet ederken kapı vuruldu. İçeri çok güzel bir genç hanım girdi. ,İlk gözüme çarpan gözünün üzerine düşen vakı ile kumral saçları, üzerinde ki kot pantolon ile çok şık ceketi oldu. İçimden ne kadar şık Parizyen bir hanım, burada işi ne diye düşünürken genç hanım çok güzel bir Türkçe ile konuşmaya başladı.Daha sonra bu güzel ve şık hanımın evlilik yolu ile Paris'e gelmiş, bir Türk öğretmen hanım olduğunu öğrendim. Ne kadar kaliteli kızlarımız var diye onurlandım. İşte adı Ayşe olan bu kızımızla o gün tanıştık ve daha sonra akrabalık haline gelecek dostluğumuz o gün başladı.İlerleyen yazılarımda bu güzel dostluğu anlatacağım.
   Günler ilerliyordu. Bir gün takvime baktım. Bir mayıs yazıyordu günün tarihi. O gün sokağa çıkıp biraz uzak metrodaki sigorta şirketine gitmem gerekiyordu. Kendi ülkemde 1 Mayısları hep korku ile yaşadığımızdan, o gün sokağa çıkmaktan çekindiğimizden sigorta şirketine gitme fikri epey kafamı yordu. Sonunda sokağa çıkayım, baktım kalabalık hemen eve dönerim dedim.Korka korka sokağa çıktım. Ne yalan söyleyeyim Nation'da oturuyorduk ve bütün Manifestosyonların merkezi bu meydandı. Ama bugüne kadar hiç şiddetli bir gösteri görmemiştim. Geçtiğimiz günlerde sağlık çalışanları ücretlerinin azlığı sebebiyle bir yürüyüş yapmıştı Nation'da. O zaman  yürüyüşçülerin
şarkılar , danslar ederek yürüdüklerini ve kenarda izleyen halka çiçekler verdiklerini görmüştüm. Demekki Fransızlar şiddetli gösterileri 1789 lu yıllarda bırakmışlardı.
  İşte o 1 Mayıs günü korka korka sokağa açıktım. Sokak çok sakindi. Herkes normal yaşamını sürüyordu. Sokağın köşesine gelince üzerine beyaz bir örtü serilmiş uzun bir masa gördüm.Masanın üzerinde kurdela ile bağlanmış, minik buketler yapılmış bir sürü mine çiçeği duruyordu. Masanın başında bir genç kız ve bir genç erkek gelen geçene bir demet mine çiçeği veriyordu.Ben de onlara yaklaşınca bir demet de bana verdiler. Harika kokan bu çiçek bütün korkumu yok etmişti. Aynı masalardan bütün sokak başlarında , metro çıkışlarında, bütün caddelerde vardı. Herkes elinde mine çiçekleri içinde dolaşıyordu. Hatta ben arsızlık ettim bir kaç köşeden aldım mine demetlerini.
  Ever Paris 1 Mayıs Bahar Bayramını böyle kutluyordu. Mine çiçekleri ile, meydanlarda konserlerle, danslarla, şarkılarla. Kendi ülkemde vurdulu, kırdılı, ölümlü 1Mayısları anımsadım. Biz layık değilmiydik böyle bayrama. Hele ülkemin şu günlerinde bu yazıyı gözyaşları içinde yazıyorum. İnanın bu güzel ülkemin insanları da layık, şarkılarla, mine çiçekleri ile kutlamalar,Hem de herkesten daha çok layık.
  Gözlerim yaşlardan yazıyı görmüyor. Bir sonraki yazımda buluşmak üzere.......

11 Haziran 2013 Salı

Paris'teki Öğrencilerin Gurbet Annesi olmuştum.

 Son iki haftadır ülkemin içinde bulunduğu kaostan fırsat bulup yazılarıma devam edemedim. gerek vaktimin gerekse gücümün eksikliğinden kaynaklandı bu yazamama durumu.
 Bugün yazılarıma kaldığımız yerden yani 1997 yılı yılbaşısından  devam etmek istiyorum.1997 yılbaşı günü eşimin İstanbul'dan büyük bir süpriz yaparak geldiğini ve bu olayın aldığım en güzel yeni yıl hediyesi olduğunu bir önceki yazımda yazmıştım. Yılbaşının ertesi eşim gene İstanbul'a görevinin başına , biz de çalışmalarımıza döndük. Eşim bize para yetiştirmek için daha çok çalışmak, Burcu bu emeklerin zayii olmaması için daha çok keman çalmak, ben de ona daha konforlu bir yaşam sağlamak için uğraşmak zorunda idim.
  24 ocak 1998 günü Burcu, Paris Belediyesi Konservatuarlar Birliğinin Oda Müziği sınavında başarılı olarak bir üst sınıfa yani superiour sınıfına geçti. Bütün bu sınavların tüm Konservatuar Öğrencileri için tek merkezde ve aynı jüri ile yapıldığını daha once yazmıştım. Bu da eğitimde büyük bir standartizasyon sağlıyordu.
  Bütün bu yoğun günlerde evimiz Paris'teki doktora ve master öğrencilerinin toplantı yeri haline gelmişti. Bu da bize bu zor yaşamımızda büyük bir gönül rahatlığı sağladığı gibi çok eğlenceli günler geçirmemizi de sağlıyordu.Hemen her gece mütevazi soframız hep beraber yediğimiz yemekler ve bu yemekler sırasında gerçekleşen sohbetlerle çok neşeli bir hale gelmişti. Ozan, Verda ve diğer çocuklarımız bu günlerimizi yaşanası hale getirmişti.Tabii hepsi birbirinden kültürlü ve Paris'te Çok iyi Üniversitelerde master, doktora eğitimine davem eden çocuklarımızın sohbetleri daha çok genç olan Burcu'nun kültürel gelişiminde çok olumlu bir etki yaratıyordu.Burcu bu sohbetlerle sosyal, siyası ve toplumsal konularda çok iyi bilgi birikimi sahibi olmanın yanısıra yurt dışı yaşam konusunda da deneyim sahibi oluyordu.Evimizi ziyaret eden öğrencilerimiz de bizimle geçirdikleri zamandan çok mutlu idiler. Hepsi asansöre binip sizing evinize gelirken sanki uçağa binip Türkiye'ye gidiyormuşuz gibi hissediyoruz diyorlardı. Zira evimizde Türkçe televizyon, Türköe gazete, Türk çayı ve Türk yemekleri vardı. Tabii bir de Türk anne. Bana hepsi Gurbet Annemiz diyorlardı.Bu da bana çok büyük bir muyluluk veriyordu. Daha bu ülkeye geleli bir kaç aya olmasına ragmen böylesine sevgi dolu bir çevre kurmak ve bu kurduğum çevrede bu kaar gence anne olmak gerçekten çok gurur verici bir olaydı. Bu arada Saniye Hanımlar da bizi hiç yalnız bırakmıyorlardı. Kısacası sosyal yaşamımız çok olumlu gelişiyordu. İlk geldiğimiz günler Burcu'ya söylediğim bir şey gerçekleşiyordu. İlk geldiğimizde Burcu'ya Türkiye'de bir abla, teyze , arkadşlar ve akrabalar bıraktın ama kısa sürede burada  ablan, teyzen, akrabaların olacak demiştim. Hakikaten Burcu Türkiye'de bir abla, teyze, arkadaşlar, akrabalar bırakmıştı ama kısa sürede Paris'te bir ablası, ağabeyi, teyzesi, başka akrabaları olmuştu.Biz Paris'te sevgi ve dostluk fidanları dikmiştik. Ve ilerleyen günlerde bu fidanlar büyüyüp gelişiyordu.
  Bizi  Mart 1998 de  konserler açısından oldukça yoğun günler bekliyordu.Üst üste hergün hemen hemen Orkestra konseri ve solo konserler olacaktı. 16 Mart Maurice Ravel Gençlik orkestrası ile ,17 Mart Courbevoire Belediyesinde konser ve 20 Mart Eglise Saint Eloi'de Orkestra Konseri üst üste gerçekleşmesi beklenen konserlerdi.Tabii bu konserlerin provaları da gözönüne alınınca Burcu'nun nefes alacak vakti olmayacaktı.
  Bu konserler problemsiz bir şekilde gerçekleşti. Her konserin ayrı bölgelerde olduğunu da düşünürsek durumumuzun zorluğu bir kez daha vurgulanmış olur.
  Bu konserler içinde anısını unutamayacağım Courbevoire Belediye Konserini anlatmadan geçemeyeceğim. Courbevoire Belediyesinde gerçekleşecek bir konserden davet alan Burcu yoğunluğuna ragmen bu teklifi de kabul etmiş ve o gece Courbevoire belediyesinde konsere gitmek üzere oldukça erken saatte evden çıkmıştık. Courbevoire Paris'in dışında bir yerdi. Haritadan, otobüs seferlerini ihtiva eden kitaptan yaptığım araştırmalara gore önce metro ile Paris'in dışına gidecek, en son istasyonda inecek ve oradan Courbevoire otobüsüne binecek ve Belediye'de konsere yetişecektik.Gündüz saatlerinde hava aydınlıkken çıktığımız evimizden Coubevoire otobüsüne bindiğimizde havanın iyice karadığını fark ettim. Bilmediğimiz bir yere gidiyorduk. Elimizde konser için Burcu'nun giyeceği elbisesi, kemanı, oldukça fazla yükümüz vardı. Binerken otobüs şöförüne Courbevoire belediyesine gideceğimizi o bölgeye gelince en yakın otobüs durağında bizi indirmesini rica etmiştik. Otobüs karanlık yollarda ilerliyordu. Paris'in aydınlığından sonra  buraları bana ürkütücü gelmişti. Ben bir yandan da evlerin üzerindeki bölge numaralarını gösteren tabelaları takip ediyordum. Fransa'da ana yollardaki evlerin üzerinde o bölgenin  banliyo numarasını gösteren numaralar asılıdır. Birden evlerdeki numaraların değiştiğini gördüm. Curbevoire'nin numarasını kitaptan ezberlemiştim.Hemen Burcu kalkıp şöföre Curbevoire'yı geçtik mi.diye sordu. Tabii şöför bizi ikaz etmeyi unutmuş ve biz Courbevoire'yı geçmiştik. İnsan heryerde aynı insan.Kendi ülkemde olacağını düşünebileceğim bu olay Paris'te de gerçekleşiyordu. Şöföre bizi en yakın durakta indirmesini ve Courbevoire'ye nasıl ulaşacağımızı sorduk. İnip karşıya geçin ve durak levhasında karşıdan gelecek otobüsü bekleyin. binip geri dönün dedi. Başka çaremiz yoktu. Otobüsten bir allahın dağında indik.Karanlık ve hiç ev falan gözükmeyen bir yerdi indiğimiz durak. Karşıya geçtik. Karanlıkta  durak levhasında gelecek otobüslerin saatine baktık.Buradan ters istikamete geçecek ilk otobüs yarım saat sonra idi. Yarım saat sonra bineceğimiz otobüsle Courbevoire'ye gitsek bile konsere yetişmemiz imkansızdı.Kaldı ki mart ayında bu kırda , karanlıkta , soğukta yarım saat otobüs beklemek imkansızdı.
  Çaresiz etrafa bakınmaya başladık. Uzaktan bir yerleşim yerinin ışıkları gözüküyordu. Burcu'ya oraya yürüyüp bir taksi bulup Courbevoire Belediyesine gitmekten başka çaremiz olmadığını söyledim.Burcu ile ışıkların geldiği yöne hızlı hızlı yürümeye başladık. Uzun bir yürüyüşten sonra nefes nefese ışıkların olduğu yere vardık. Burası çok ufak bir yerleşim yeri idi. Bir kahve, bir kaç ev vardı. Kahvenin önünde de bir taksi duruyordu. Ben hemen taksiye koştum. Uzak doğulu taksi şöförü gecenin bu karanlığında ellerinde keman, elbise torbaları koşan biri küçük bir kız iki kişiyi görünce şaşırmıştı. Adam hayal falan gördüm sanmıştır herhalde. İn geçmez, cin geçmez yerde bu insanların işi ne demister sanırım.
  Taksinin içinde sakin sakin outran şöför benim camı vurmam karşısında hayretle camı açmış bana bakıyordu. Ben de konsere yetişme acelesi ile Courbevoire deyip duruyordum. Adam iyice şaşırdı. Benim telaffuzumu da anlamıyordu. Hoş onların Fransızcasını da ben anlamıyordum. Arkadan yetişen Burcu adama Courbevoire Belediyesine yetişmemiz gerektiğini anlatmaya başladı. Adam iyice şaşırmıştı.
  Biz Courbevoire Belediye binasının önünde taksiden indiğimizde ışıklar içindeki Belediye binasına giren son derece şık ,elit insanları görünce kendi halimizden utandım. Saç baş karışık, savaştan kaçar gibi gelmiştik. Kendimi Belediyenin görkemli , şık büyük salonda kırmızı kadife koltuklara attığımda ne kdar yorgun olduğumu düşündüm. Etrafımdaki insanlar büyük neşe ve şıklık içinde biraz sonra dinleyecekeleri konserin  heyecanı ile şakıyıp duruyorlardı. Belediye binasına girerken kapıdan ayrıldığmız Burcu ise giyinme odasına gitmişti.
  Ben terimi silip biraz nefes almaya çalışırken herkes yavaş yavaş yerlerine oturmaya başlamıştı. Birazdan konser başlayacaktı. O anda ne kadar yorgun olduğumu düşündüm. Aynı anda Burcu'nunda benim kadar yorgun olduğunu ve üstelik onun birazdan sahneye ıkıp çalacağını düşündüm. Ben hiç değilse koltuğumda oturuyordum. Burcu bu yorgunluğun stresin üstüne bir de keman çalacaktı.
  İşte o zaman Burcu'nun gerçekten ne kadar zor iş yaptığını ve ne kadar güçlü olduğunu bir kaz daha anladım.
Yazımı bitirmeden eklediğim resmi açıklayayım.Burcu Göker bir konser sırasında