Hürriyet

31 Mart 2013 Pazar

Argenteuil,Nation Arası Temeli Otomobilde Atılan Büyük Dostluk

  Bir önceki yazımı okuyan okurlarım Paris'te Seydişehir'in işi ne ne, Seydişehir neresi diye sorabilirler. İsterseniz önce Seydişehir neresi ve bizim Seydişehirle ilgimiz nedir onu kısacas anlatayım.
  Ben eşim doğma , büyüme İstanbul'luyuz. Her ikimizin ebeveynleri de İstanbul doğumlu idi. İkimiz de İstanbul'da Üniversite okuduk.Üniversite bitene kadar İstanbul dışına sadece ufak çıkışlarımız oldu. Eşim aile ziyaretleri için Edirne ve civarına, ben de annemin sağlık nedenleri için Almanya'ya gittim o çağlarda.
  Üniversite bitirip evlendikten sonra İstanbul'da bir evimiz olmadı. Eşim askerlik görevini hayata başlamadan yapmak istedi. Bizim zamanımızda bu şekilde düşünülürdü. Eşim askerlik için önce Bursa'ya askeri okula gitti.Daha sonra ise 1.5 yıl görev yapacağı askerlik şubesinin kura çekiminde şansına Konya Meram Askerlik şubesi çıktı. Ben o sıralarda Yapı ve Kredi Bankasının İstanbul'daki bir şubesinde görev yapıyordum.
 Konya'ya askerlik için gitmeyi yaşamımızda bir başlangıç olarak gördük. İkimiz de çok gençtik. Ben 22 ,eşim 24 yaşında idi. Ben de Konya'ya tayinimi yaptırısam nihayyet bir aile olabilecektik.Konya'daki bir küçük çatı katı bizim ilk evimizdi. Çok mutlu ve huzurlu geçen 1,5 yıldan sonra askerlik bitip İstanbul'a dönme zamanı gelince bizi bir hüzün kaplamıştı. O yaşlarda ailelerden uzak, arkadaşlarımız,dostlarımızla bu şehirde yaşadığımız minik aile hayatı bize çok tatlı gelmişti. Adeta evcilik oynar gibi idik.
 Oturduk, düşündük ve İstanbul'a dönmemeye karar verdik. O tarihlerde Konya'nın Seydişehir ilçesinda büyük bir Alüminyum Fabrikasının kurulduğu haberini almıştık. Etibank'a bağlı kurulan bu fabrika geniş istihdam hacmi ile yörede büyük bir değişiklik yapacaktı.Bu fabrikaya iş için başvurmaya karar verdik. Bir gün Konya'dan bindiğimiz bir otobüs bizi Toros dağları eteğinde harika bir yörede büyük bir şantiye sahasına bıraktı. Fabrika yeni kuruluyordu. Bizim gibi genç ve idealist kişilere ihtiyacı vardı.Bize iyi ücret vereceklerdi,Lojman tahsis edeceklerdi. Fabrika istihdam edeceği 10 bin işçi, 1000 kadar idari personeli ile ilerki günlerde çok büyük bir tesis olacaktı. Bizlere çok güzel sosyal imkanlar sağlanacağı garantısı veriliyordu. Hakikaten sonraki günlerde yüzme havuzlarımız, tenis kortlarımız, yürüyüş sahalarımız, lokantalarımız, alışveriş merkezlerimiz ile sanki 5 yıldızlı bir tatil köyünde yaşar gibi idik. Bu rüya gibi yerde , çok iyi bir ücretle çalışma fikri harika idi.
  İşte bizim Seydişehir maceramız böyle başladı. Geldik, yaşamımızı orada kurduk. Hiç düşünemiyeceğimiz kadar güzel bir ev verdiler bize. İstanbul'dan çok güzel eşyalar aldık, Ne de olsa iyi ücret alıyorduk ikimizde. Evet ailelerimizden uzaktık. O zamanlar şimdi ki gibi ulaşım araçları, uçaklar çalışmıyordu ülkemiz dahilinde. Seydişehir'den İstanbul'a ulaşmak nerede ise 1.5 günlük bir serüvendi. Ama olsun biz orada masal alemimizde güzel evimizde, yeni edindiğimiz harika dostlarımızla bir yaşam kurmuştuk.İşte büyük  kızıma da orada sahip oldum. Artık bu kadar düzenli  bir yaşamda bir bebek sahibi olmanın zamanının geldiğini düşününce büyük kızıma orada sahip oldum. Kısacası 5 yıl çalıştığımız, bir dolu dostlar edindiğimiz ki hala onlarla görüşüyoruz, bu ilçeden artık ayrılma zamanı geldiğinde içimiz burkularak, güzel anılarımızı orada bırakarak ayrıldık.
  Biliyorum çok uzun anlattım ama şimdi sanırım 20 Nisan 1997 günü kutlamadan dönerken bir minübüsün arkasında gördüğümüz Seydişehirli ibaresine neden bu kadar sevindiğimizi anlamışınızdır. Evet Paris'te, gurbette ülkemizden bu kadar uzakta, bizim için çok önemli olan bu ilçeden bir iz görünce çok mutlu olmuştuk. Saniye Hanım ki bir önceki yazımda anlattım ,beyaz elbiseli, genç güzel Dernek Başkanı hanım bize eşinin ve kendisinin Seydişehirli olduklarını ve burada yerleştiklerini söyledi. Otomobil Argenteuil'den Nation'a gelene kadar yıllar önce Eşi ile çok genç bir kızken gelip Paris'e yerleşen bu genç ve dinamik hanımın öyküsünü öğrenmiştik. Saniye Hanım  ve eşi Ahmet Bey, Paris'te iyi bir işe sahip 3 çocukları olan çok güzel bir aile idi.Bu arada öğrendiklerimiz arasında Seydişehir'de çok yakın ortak dostlarımız olduğu da vardı.Seydişehir'e ilk gittiğim gün lojmanlar bölgesinde yer alan misafirhane lokantasında yalnız başıma yemek yerken davet edildiğim bir düğünün sahipleri ,Ahmet'in ilk okul öğretmeni çıkıyor veya yaşadığımız evdeki yan komşumuz Saniyeciğim akrabası çıkabiliyordu. Saniyeciğim diyorum farkındaysanız. Nation'a gelene kadar Saniye Hanımla  akrabadan daha yakın olmuştuk. Onun candan samimiliği, bizim ülke özlemimiz, ortak arkadaşlarımız, anılarımız, Seydişehir'in güzel havası birleşmiş ve aramızda yıllarca devam edecek harika bir dostluğun temellerini oluşturmuştu o gün.
  Nation'da arabadan dostlarımıza veda edip inerken ,23 Nisan kutlamasının bize ne büyük bir dost aile kazandırdığının bilincinde idim. Daha sonraki günlerde, yıllarda bize bu büyük savaşımızda verdikleri sayısız destek için bu güzel Yurdakul ailesine bu satırlarımda şükranlarımı sunmak isterim.
 20 nisanda gerçekleşen bu kutlamanın ertesi günü eşim Türkiye'ye döndü. Ben de bir hafta daha kalıp dönmek zorunda idim. Bu güzel bahar günlerinde daha bir güzel olmuş Paris şehrini bırakıp gitmek, hele çocuklarımdan ayrılmak bana çok zor geliyordu ama ......

30 Mart 2013 Cumartesi

Paris'te Seydişehir Çıktı Karşımıza


 Yukarda ilave ettiğim resimleri açıklayayım.Birinci resimde Ebru Sein nehri kıyısında Samaritene Mağazasının en üst katındaki açık kafede gözüküyor. Samaritene mağazası biz Paris'te iken çok büyük ve güzel, köklü bir mağaza idi. Bu mağazayı gezmek benim Paris günlerimde en keyif aldığım uğraştı. Mağazanın noel günlerine yakın hazırlamış olduğu ve her biri ayrı bir konsepti vurgulayan birbirinden ilginç kuklaların yer aldığı vitrinleri bütün çocukların olduğu kadar benim de çok ilgimi çekiyordu ve saatlerce onları izlemeye bayılıyordum.Ayrıca mağazanın en üst katındaki açık ve kapalı kafe restoran, yanından geçen Sein nehri ile harika bir yerdi. Ebru ile en büyük zevkimiz gerek kış aylarında gerek baharda bu kafede bir pain cholate ile kafe noir yemek ve içmekti. Bir resim anlatayım derken nerelere geldim değil mi.
 İkinci resimde bu yazımda sözünü edeceğim ve Paris yaşamımızda büyük yer tuttuğu kadar daha sonraki yaşamımızda da bize dostlukların en güzelini vererek bizi güçlü kılan arkadaşlarımız Yurdakul ailesinin çok sevgili çocukları Habibe, Şule ve Şakir ile Burcu bizim küçük evimizde meşhur klik klakımızın üstünde görülüyorlar.
 Şimdi 20 Nisan 1997 tarihli kutlamayı anlatmaya başlayabilirim. O gün eşimi ,beni, Hyum Hwa'yı ve Burcu'yu evimizden alıp Argenteuil'e kutlamalara Paris Eğitim Müşavirimiz Turhan Bey'in götürdüğünü daha önceki yazımda yazmıştım.Kutlamaların yapılacağı büyük salona girdiğim zaman çok şaşırdım. Meğer Paris'te ne kadar çok Türk yaşıyormuş. Paris'te yaşayan bütün Türkler aileleri, çocukları ile en güzel giysilerini giymiş şekilde bu günü kutlamak üzere toplanmışlardı. O gün o salonda Türklerin bu çok özel bayramımıza gösterdiği çoşkuyu ve ilgiyi görünce gurbetteki kişilerin ülkelerini ve birbirlerini çok daha fazla sevdiklerini bir kez daha anladım.
 Bizimle birlikte kutlamada Paris Başkonsolosumuz Sayın Ali Engin Oba da vardı. Daha önceden Konsolosluk ziyareti sırasında tanışmak imkanını bulduğum çok saygıder bu şahsı o gün daha yakından tanımak şerefine eriştik ve ben böyle bir Başkonsolosumuz olduğu için o gün gurur duydum. Konsolosluk yetkilileri, Askeri Ateşemiz, Paris ve çevresinde görevli Türk Öğretmenlerimiz hepsi tam kadro salondaydı. İnanılmaz görkemli ve güzel bir törendi. Saygı duruşu ve İstiklal marşı sırasında salondaki herkes ağlıyordu. Ülke hasreti, sevgisi büyük bir çoşku ile arttıkça artıyordu.
  Sayın Ali Engin Oba'nın açılış konuşmasından sonra günün anlamını belirten konuşmayı yapmak üzere sahneye beyaz giysiler içinde sarışın çok güzel bir hanım çıktı. Sonradan Epinay sur Seine Türk Dernek başkanı olduğunu öğrendiğim bu genç hanım toplumu daha da çoşturan harika bir konuşma yaptı. Türk kadınını bu kadar güzel temsil eden bu güzel kadın dimdik duruşu, harika konuşması ile bizleri adeta büyülemişti.
 Daha sonra Paris'in çeşitli bölgelerindeki okullarda okuyan Türk çocuklarının şiir, fikra anlatımları, folklor gösterileri ile kutlama devam etti.Tam kutlamanın ortasında bir  öğretmen çıkıp başka bir Türk çocuğunun Burcu Göker'in çok uzaklardan gelmiş bir arkadaşı ile Hyum Hwa ile bir keman dinletisi yapacağını anons etti. Sahne alan kemancılar çok büyük alkış aldı. Burcu, Bela Bartok'un Adnan Saygun'la Türkiye'de ortak çalışmalarından bahsettikten sonra Karadeniz ezgileri taşıyan Bela Bartok eserlerini Hyum Hwa ile sunmaya başladı. O salonda bir Macar bestecinin Horon ve diğer Karadeniz tınılarını taşıyan müziğinin iki ayrı coğrafyadan iki küçük kızın kemanından çıkan sesleri salondaki hasret ve sevgi ile yoğunlaşmış duygu fırtınasını daha da arttırdı.
  Her bölge okulunda görevli Türk Öğretmenler okullarındaki Türk öğrencileri bu çok özel günün kutlamsı için günlerce çalıştırmışlar ve çok güzel bir tören hazırlamışladı. O gün Fransa'da Türk öğrenciler için okullarda Türk öğretmen görevlendirildiğini , bu olayı da Türk ve Franszı Milli Eğitim Bakanlıklarının ortak çalışması ile yaptıklarını öğrendim. Gerçekten iyi ve verimli bir uygulama ama seçilip gönderilecek Türk öğretmenlerinin itinalı seçimi gerekiyor. Zira geleceği ülkenin dilini bilmeyen , adetlerinden bihaber olan öğretmenlerin gerek çalıştıkları okula gerekse yaşadıkları topluma intibaklarının çok zor olduğunu daha sonraki konuşma ve toplantılarda öğrenmiş oldum.
 Bu güzel kutlama bölgedeki Türk hanımlarının binbir itina ile sevgilerini katarak yaptıkları dolma, börek gibi Türk tatlarının yer aldığı açık büfe ikramı ile son buldu.
 Bu harika günden yeni dostluklar edinmiş olarak ayrılırken yolda çok daha harika bir tesadüfe rastlayacağımız bilemiyorduk.
  Turhan Bey'in otomobiline gene geldiğimiz kadro binerek yola çıktık. Tam yolda giderken önümüzde bir Renault Espace minübüs durdu. Sanırım içindekiler Turhan Bey'in tanıdığı bir aile idi ve içinden kutlamada konuşma yapan genç , güzel , beyaz elbiseli hanım bizim arabaya geçti.Ben bu genç hanımı tanıyacağım için çok mutlu oldum. Bu arada eşimin gözüne öndeki arabanın arkasına yazılmış küçük bir yazı çarptı. Birden eşim 'Kim Seydişehirli, Arabanın arkasında Seydişehirli yazıyor.'dedi. Beyaz elbiseli sonradan isminin Saniye olduğunu öğrendiğimiz hanım, kendisinin ve eşinin Seydişehirli olduğunu söyledi. Seydişehir Konya'nın bir ilçesi , Bizim yaşamımızda çok önemli yer tutan bu ilçede 5 yılımızı geçirdik.
  Ben ve eşim İstanbul doğumluyuz. Ben Üniversite bitirene kadar İstanbul dışına çıkmadım. Avrupa'ya, Almanya'ya annemin sağlık sorunları için gittim ama kendi ülkemi pek gezmemiştim. Hayatımıza Seydişehir ilçesinin girişini, sonra da yıllar sonra Seydişehir'in tekrar çıkış öyküsünü bir sonraki yazımda anlatacağım. Zira yarın İzmir'den Ebru, çocukları ve eşi tatil için İstanbul'a  gelecekler, Şimdi kalkıp yemek yapmam lazım. Ne de olsa ben bir anneyim ve anneanneyim. Torunlarıma yemek yapmak çok zevkli.......

29 Mart 2013 Cuma

Paris'te 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı Kutlanacak.



 Yazıma başlamadan önce yukardaki görselleri açıklamak istiyorum. İlk görsel Paris'teki evimizin balkonunda eşim ve ben 23 nisan kutlamasına gitmeden önce. Balkonumuza dikkatle bakarsanır çiçeklendirmeye başladığı fark edersiniz.
  İkinci görsel Burcu, babası ve Ebru Luxsemburg Bahçelerinde, üçüncü görselde ise Paris Büyükelçiliğinin Argenteuil'de tertiplediği 23 nisan kutlamasının gazete haberini okuyabilirsiniz.
  İsterseniz konumuza bıraktığımız günden devam edelim. Concour Nerini'de kazandığı büyük başarı Burcu'yu ve beni çok mutlu etmişti. Tabii Madam Gazeau da bu sonuçtan çok sevinçli idi.Ben şubat başında İstanbul'a dönecektim. Dönüş için 4 şubatta Burcu'nun Konservatuar orkestrası ile Paris Salle Gaveau konser salonunda vereceği konseri bekliyordum. Bu konseri izledikten sonra dönecektim. Zira Paris'in en görkemli konser salonlarından biri olan Salle Gaveau'deaki bir konser kaçırılamazdı.İstanbul'a dönecektim ama nisan başı tekrar Paris'e gelecektik. hayatımız Paris -İstanbul arası gidip gelmekle geçiyordu.Ne yapalım kalbimizin parçaları bu şehirde idi.
 Salle Gaveau'daki konser çok güzel geçti. Bu konsere artık Paris'te tanıdığımız Türklerden de katılım olmuştu. Konseri Paris Eğitim Ataşeliğimize duyurmuştuk ve Sayın Eğitim Ateşemiz ve şimdi rahmetli olan Turhan Kebelioğlu Bey Ateşelik bünyesinde görevli Türk öğretmenleri de kendisi de başta olmak üzere konsere getirerek büyük bir Türk katılımı sağlamış ve bu olay Paris'te yalnız olduğunu düşünen Burcu'ya büyük bir onur vermişti.
 Yavaş yavaş Fransa'ya alışıyordu çocuklarım.
  Konserden sonraki günler İstanbul'a hareket ederken artık üzüntülü değildim. Nasılsa kısa bir süre sonra tekrar bu şehirde çocuklarımın yanında olacaktım.
  Ben İstanbul'a döndükten sonra telefonla Paris'ten aldığımız haberler çok gurur verici idi. 25 Şubat günü Konservatuar Oditoryumunda piyano eşliğinde bir konser veren Burcu Göker ,Ahmet Adnan Saygun'un Horon adlı eserini seslendirmiş ve çok büyük beğeni almıştı. Burcu'nun anlattığına göre konserden sonra etrafını saran izleyiciler bu eserin cdsini nereden bulabiliriz diye soruyorlarmış. Bu güzel konserden sonra 7 mart tarihinde Espace Reuilly ki bu mekan Nation bölgesinde çok güzel bir konser salonu,Ural Ulusal Konservatuarı Rektörü Piyanist Mikhail Andrianov'a eşlik eden Konservatuar Orkestrasında çalan Burcu 3 Nisan günü de paskalya konserinde çalacaktı.
  Bu arada eşim ve ben İstanbul'da Nisan ayı ortalarında Paris'e gelmek üzere hazırlıklar yapıyorduk. Bu sefer ben fazla kalamayacaktım. Eşim bir hafta sonu kalıp dönecek ben de arkasından 10 gün sonra dönecektim. Benim de İstanbul'da uzun zamandır ihmal ettiğim işlerim vardı.
 Biz Paris'e hareket etmeden Burcu'dan bir haber aldık. Paris Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kapsamında 20 Nisan Pazar günü Argen teuil'de bir kutlama düzenlemişti. Bu kutlama için Burcu'yu arayan Eğitim Müşavirimiz Turhan Bey kutlama kapsamında bir konser verip veremeyeceğini sormuştu Burcu'ya. Böyle bir bayramda Yurdundan uzakta böyle bir kutlamada çalmak Burcu için şereflerin en büyüğü idi. Hemen Madam Gazeau ile olayı paylaşan Burcu Koreli arkadaşı Hyum Hwa No ile bir ikili yapmış ve Macar besteci Bela Barok'un ikili keman eserlerini çalışmaya başlamışlardı bile. Hyum Hwa ile zaten bir süredir ikili çalışıyorlardı.Gerçi Hyum Hwa Türkiye'nin yerini ,23 nisan Bayramının önemini bilmiyordu ama bu arkadaşı hatırına yapılan bir konser olacaktı.
  Konserden bir kaç gün önce eşim ve ben Paris'e inen uçakta heyecanlı ve gururlu idik. 23 Nisan Konserinin gururu bizi daha Türkiye'den sarmıştı.
  Paris'e gelince bizi çok güzel bir bahar havası karşıladı. Bıraktığımız günlerdeki kapkara Paris'in yerine çiçekler açmiş, güneşli bir Paris vardı karşımızda. Nation metrosundan evimize gelen sokakta açan pembe çiçekli büyük ağaç adeta bir doğa harikası gibi idi. Paltoları, şapkaları atmış güneşte çocuklar gibi dolaşıyorduk.
 20 Nisan bünü Argenteuil'e kutlamaya gitmek için nasıl bir yol izleyeceğimizi düşünürken Turhan Bey'in telefonu bütün sorunları ortadan kaldırdı. Turhan Bey bizleri alıp kutlamaya götürecekti. Zira Argenteuil Paris'in dışında bir semtti ve biraz uzaktı.
 O sabah Kutlama için hazırlandık, Hyum Hwa da bize geldi. Hep beraber Turhan Bey'ın arabasına bindik ve Argenteuil'e doğru yola çıktık. O günün hayatımızda bir dönüm olduğunu ve çok mutlu güzel tesadüfler hazırladığını bilmiyorduk yola çıkarken.
 Zaten hep öyle olmaz mı bazen ufak bir olay, bazen ufak bir karşılaşma size yepyeni bir dünyanın kapılarını açar, Bazen de bir olay sizi dibe vurur. Biz şu anda kötü olayları bırakalım , zira şimdi güzel ve mutlu olayları anlatma zamanı.
 Bu güzel kutlamayı, güzel tesadüfü bir sonraki yazımda anlatacağım.

28 Mart 2013 Perşembe

Kapkara bir Pazar Sabahı Paris'te Concour Nerini'deyiz.


 Yukardaki resimlerde Burcu ve Ebru, CNSMP nin önünde arkadaşları ile ve gene Paris'in ünlü sineması Geops'un önünde görülüyor.
 Gelelim 26 Ocak 1997 tarihine. O gün Burcu Concour Nerini Uluslar arası keman yarışmasına girecekti. Aylar öncesinden başvuru yapılmış ve günlerce çalışarak hazırlanmıştı.Bu yarışma Burcu'nun yurt dışında gireceği ilk yarışma idi. Hoş Türkiye'de de bir kere yarışmaya ,o da Rotary kulübünün yarışması, girmişti. Fazla yarışma tecrübesi yoktu.
 Yurt dışında bu yarışmalar çok önemli.Adını ve kendini tanıtmak için müzisyenlere büyük fırsat.Yarışmalar genelde çeşitli yaş gruplarında ve seviyelerde yapılıyor. Bu yarışmaların en üst seviyesi süperiour. Burcu da bu yarışmada o grupta yarışacaktı. Genelde yarışmalar ya halka açık veya sadece jüri önünde ve kapalı yapılıyor. Ben her iki türünü de yaşadım.Genel de yarışmalar iki veya daha fazla aşamalı yapılıyor. Birinci eleme, ikinci eleme ve final gibi. Yarışmalarda yarışmacılar aynı zorunlu eserleri çalmak zorunda. Aynı piyanist ile çalıyorlar. Sanırım bu yarışmacılara eşit davranmak ve adil karar vermek için alınmış bir karar. Yarışmadan önce yarışmacı seçilen piyanist ile bir prova yapma şansına sahip oluyor.
  İşte bu yarışmada da Burcu bir kaç gün önceden adresi bize verilmiş olan Piyanistin evine gitmiş ve yarışmada çalacağı eseri prova yapmıştı. Piyanist hanım Yunan kökenli yaşlı bir kadındı. Hatırladığım kadarı ile Lafayet mağazasının arka sokağında oturuyordu. Eski bir apartımanda üst katta bir küçük daire ve eski eşyalar. Piyanist ile provaya gittiğimizde kadıncağızın aşırı nezle olduğunu gördüm. Bir yandan yaşlı kadına hasta hasta çalmak zorunda kaldığı için acıdım , bir yandan da hastalığı Burcu'ya geçirecek ve Burcu da hasta olup programları aksayacak diye çok korktum.Burcu ile piyanist prova yaparken ben hep bunları düşünüyordum. Prova sonunda vedalaşırken o günlerde Fransa'da çok popüler olan bir ilacın ismini kağıda yazıp piyanist hanıma verdim.İlaç nezle semptonlarını kısa sürede geçiren harika bir ilaçti.Piyanist hanım sanırım beni doktor zannetti.Ama yarışma günü baktım,burnu akmıyor ve çok sağlıklı gözüküyordu.Kısacası ilaç işe yaramıştı.
  Yarışma Paris içinde Ecole de Müzik de yapılıyordu. Yarışmadan bir gün önce ben gidip binayı ve hangi metroda olduğunu araştırdım. Bu olayı bütün yarışmalarda yaptım. Yarışma heyecanın içine bir de yetiştim, binayı buldum heyecanını katmamak amacı ile yarışma yerini önceden bulmayı, gidiş süresini hesaplayıp evden ona göre ayrılmayı prensip edinmiştim.Hoş planlar Paris'te tutuyor. Zira metro denen taşıt aracı her istasyonu bir dakikada geçiyor.Gideceğiniz yerle kaç istasyon olduğunu metro planından bakıp metro süresini hesaplayabiliyorsunuz. Bu süreye metro giriş çıkış ve yürüme sürelerini de ilave ettiğinizde gideceğiniz yere varış süresi dakikası dakikasına tam olarak hesaplanıyor. Bu olayı trafiğin içinden çıkılmaz bir durum aldığı İstanbul'da gerçekleştirmek imkansiz sanırım.
  Ecole de Müzik Fransa'nın en eski okullarından biri. Yarışmaya adını veren Nerini uzun yıllar bu okulda profesörlük yaptığı için bu yarışma onun adına düzenleniyor.
Fransa'nın en eski müzik okulu dedik ama Ecole de Müzik özel okul. Genelde Fransa'da özel okul pek yok. Eğitim Fransa Kültür Bakanlığının denetiminde ve ücretsiz. Ecole de müzik Fransa'ya gelen yabancı öğrenciler özellikle Japon ve Çinli öğrenciler için açılmış ücretli bir özel okul.Fransa'ya müzik eğitimi için gelen yabancılar genelde zorunlu eğitim yaşının üstünde olduklarından ve yeterli Fransızca bilmediklerinden sadece bu okula girebiliyor, Fransa eğitim sistemi içinde de muadeletı tasdikli olmayan okul çok iyi müzik eğitimi veriyor ama mezunları Fransa'da çalışma hakkına sahip olamıyor. Burcu 14 yaşında Paris'e gittiği için çok şanslı idi. Zira Fransızların okuduğu şekilde belediye konservatuarlarında aynı onların şartları ile okudu. Genelde Fransızlar belediye konservatuarlarında yetişip daha sonra CNSMP geçerler. Yani Conservatuar National Süperior Müzik de Paris .
  Kapkara bir pazar sabahı , herkesin yataklarında uyuduğu saatlerde Burcu ve ben metro ile yarışmanın yapılacağı binaya gittik.Sabah o karanlık havada o eski binaya girerken içim ürperdi. Burcu sıkı sıkı elimi tutuyordu. Sanırım benden kuvvet alıyordu. Binaya girdiğimizde içerde yüzlerce kişi olduğunu gördük. Avrupa'nın bir çok yerinden gelmiş yarışmacılar ve aileleri heyecanla bekleşiyordu. Kimi yanında bavulu o sabah gelmişti, kimdi de önceden gelmişti.Yarışmacıların bir kısmı kemanını açmış hafif hafif ısınma çalışmaları yapıyordu. Bir kısım yarışmacı da ebeveyninin yanına sığınmış korku ile bakıyordu. Hemen yarışmada kaçıncı olarak çalacağımızı anlamak için asılı listeye bakmak üzere koştuk. Listenin önü o kadar kalabalıktı ki. Neyse zorlukla Burcu'nun sırasını öğrendik ve ben seyircilerin arasına, o da ön ısınma için yarışmacılara ayrılmış çalışma salonlarından birine geçti.İkimiz de çok heyecanlı idik. Ben o karanlık ve kalabalık, kimseyi tanımadığım salona oturduğumda duyduğum yalnızlık ve çaresizliği unutamam.O an Burcu'yu düşündüm. O henüz 14 yaşında idi ve o kadar kişinin , jürinin önünde o çıkıp çalacaktı. Söylemeyi unuttum. Bu yarışma halka açık yapılıyordu Bütün yarışmacılar listede ilan edilen sıra ile çıkıp aynı repertuarı aynı piyanist ile çalıyordu.Sıra yavaş yavaş Burcu'ya geliyordu. Yarışmaya Katılan Japon, Çinli, Koreli bir çok yarışmacı olduğu gibi İngiltere'den, Almanya'dan, İtalya'dan gelen yarışmacılar da vardı.Bu arada o gün dikkat ettim. Japon, Çinli ve Koreliler dünya klasik müzik piyasasında çok iddaalılar.Çok hırslılar, çok çalışıyorlar ve çok fedakarlar. Kısacası bir klasik müzikçi için geregen bütün şartlara sahipler. Eğer öyle olmasalar kendi özgün müziklerinden çok uzak klasik müzikde nasıl böyle ilerleyebilirler.
 Sıranın yavaş yavak Burcu'ya geldiğini yazmıştım. Tam Burcu'dan önce bir Japon kız çıktı, eserini çaldı ve tam sahneden inip salondan çıkarken bir kargaşa oldu. Kız düşüp bayılmıştı.Herhalde yaşadığı heyecana dayanamamıştı.Çok aksi bir tesadüf tam Burcu'nun sahneye çıkacağı anda böyle bir olayın olması çok aksi bir tesadüftü.Ben  çok heyecanlanmıştım. Burcu'nun heyecanlanıp paniğe kapılabileceğini düşündüm.O anda düşündüm. Bu kapkara havada , bu heyecan dolu salonda , bu kalabalık insan topluluğu ve ben ne yapmaya çalışıyorduk. Bu çocuklara yazık değilmiydi. Bütün bu stresleri yaşamak zorunda mi idik. Tam ben bunları düşünüp gözlerimin yaşlarını silerken çok sakin bir şekilde Burcu sahneye geldi ve selam verdi. Piyanistine döndü ve başla işareti verdi. Birden o kapkara salonu bir anda bir ışık doldurdu. Sanki binlerce güneş doğmuş gibi oldu.O harika müzikle biz kara bir Paris sabahından güneşli, masmavi bir güne doğru uçtuk ve gittik.O zaman anladım ki herkesin bu dünyada bir görevi var. Oradaydık , çünkü o kara günü güneşli güne çevirecek güce sahiptik.Gözlerimi sildim, arkama yaslandım ve Burcu ile o güneşli yolculuğa çıktım.
  Yarisma sonucunda Burcu süperior seviyesinde ikincilik ödülü aldı. Bu Paris'teki ilk yarışması için harika bir sonuçtu. Zten bundan sonraki bütün yarışmalarında hep birincilik ödülü aldı. Tek ikincilik ödülü aldığı yarışma bu yarışma idi.
  Daha sonra kazananlar ilan edilirken ben kazanamayan yarışmacıları avuturken, onlara yeni yarışmalar için umut verirken buldum kendimi. Bu arada başka ebeveynler ise Burcu'yu aldığı başarıdan dolayı kutluyorlardı. Bu işte böyle bir yarıştı.

27 Mart 2013 Çarşamba

Juliard Scholl'dan Eugene Becker'in Masterclass ve konseri


 Öncelikle yukarda ilave ettiğim görselleri açıklamak istiyorum. İlk görsel Burcu Göker'in 27 Ocak 1997 günü Ecole de Musique de Paris'te yapılan Concouers Nerini yarişmasında aldığı diploma, ikinci görselde Burcu, ben ve babası Sen nehrinde bir boat gezisindeyiz.
  Ocak 1997 başında babamızı İstanbul'a yolculadıktan sonra eve döndüğümü, çocukların da okullarına gittiklerini bir önceki yazımda yazmıştım. Yoğun çalışma günleri başlamıştı. Burcu dersleri olduğu günler Konservatuara veya lisan dersanesine gidiyor, diğer günler evde kalıp keman çalışıyordu. Ebru ise Üniversiteye gidiyordu. Ben onlar olmadığı zamanlarda evde ev işi ve yemek yapıyordum. Bulaşık ve çamaşır makinemiz yoktu. Çamaşırları pazar için aldığım çek çek arabasının içine torba ile koyuyor, sokağın ucundaki çamaşırhaneye gidiyordum. Ebru bana nasıl yapacağımı göstermişti. Jeton kutusundan iki jeton alıyordum. Birisi çamaşırları yıkamak için, diğeri kurutmak için. Sırası ile çamaşırları yıkama ve kurutma makinelerine koyup yıkayıp kurutuyordum. daha sonra kurutma makinesinden aldığım çamaşırları katlayıp gene naylon torbalara ve çek çek arabasına koyarak eve geliyordum. Oldukça zor gözüken bu işe bir süre sonra alışmıştım. İstanbul'da söyleseler asla yapamam diyebileceğim işi hiç gocunmadan, hatta eğlenerek yapıyordum. Çünkü burada bu şekilde çamaşır yıkamak normaldı. Çamaşırhaneye genç öğrenciler geldiği gibi benim gibi yaşlı hanımlar da geliyordu. Hatta benim gittiğim saatlerde öğrenciler değil daha ziyade yaşlılar oluyordu. Gelenlerin sosyal seviyesinin veya gelir seviyesinin düşük olduğunu falan sanmayın. Herkes son derece elit gözüküyordu. Evler küçük olduğundan ve bir çoğunda çamaşır makinesi olmadığı için herkes bu şekilde bir uygulama yapıyordu.
  Bir sonraki sene ben devamli Paris'te yaşamaya başlayınca bir çamaşır makinesi aldık evimize. Bu şekilde daha rahat oluyordu tabii.
  Evde bulaşık makinesi de yoktu ama sıcak su olduğu için ben bulaşığı elde yıkıyordum ve sorun olmuyordu.
  Burcu evde çalışacağı zamanlar ben ya pazara gidiyordum veya alış verişe. Tabii uzun kafe seanslarımda oluyordu. Sakin ve güzel kafe oturmalarına Paris'te alıştım. Çantama kitabımı, gözlüğümü atıp kendimi bir kafede buluyordum hemen. O zamanlar İstanbul'da fazla kafe alışkanlığı yoktu. Bir pastaneye gidiyordunuz. Sürekli bir şeyler içmek zorunda idiniz. Etrafta konuşan insanlardan, birbirine yakın kalabalık masalardan, sürekli tepenizde dolaşan masayı silen , fincanı alan garsondan ,fazla rahat olmayan sandalyelerden uzun süre oturma imkanınız olmuyordu o tip yerlerde.
  Oysaki Paris'te rahat moreken koltuklu , sakin, gürültüsüz kafeler tam okumak ve yazmak için uygun yerlerdi. Hele içtiğiniz kahvenin fincanını bile siz kalkmadan almayan, siz çağırmadıkça yanınıza uğramayan garsonlar harika idi. Ben saatlerce kafede oturup sohbet etmeye, kitap okumaya, yazmaya Paris'te alıştım.
  Ebru'nun dersinin az olduğu günlerde onunla Üniversiteye gidiyordum. Nation'dan geçen 86 numaralı otobüs Sorbonne Üniversitesine gidiyordu. Otobüs harika yerlerden geçiyordu. Bu şekilde şehri daha iyi görmüş ve tanımış oluyordum. Daha sonraları otobüs seferlerini ihtiva eden bir Bus kitabı alıp bütün seferleri teker teker deneyecektim.Bir otobüse binip gittiği yere kadar gitmek, orada inip başka bir otobüsle dönmek , veya otobüsten metro hattındaki bir istasyonda inip metro ile başka bir hatta geçmek harika bir gezi oluyordu. Olay sizin yaratıcılığınıza kalmıştı. Hem Paris'i öğreniyordum hem de zevk alıyordum. Ülkemde hiç alışmadığım bu çok zevkli ve konforlu otobüs yolculukları bir süre sonra gözü kapalı Paris haritası çizecek kadar şehir bilgisine sahip olmamı sağladı. Şu anda bile Paris'i avucumun içi kadar net biliyorum. Doğduğum, büyüdüğüm  şehir İstanbul'u bu kadar iyi bildiğimi iddaa edemeyeceğim.
  Günler geçiyordu.Nihayyet uzun süredir beklediğimiz masterclass günü gelmişti. Newyork Juliard Schooll'dan Prof. Eugene Becker'in bir masretclass  için okula geleceği ve daha sonra da bir konser vereceği günler öncesinden okula asılan ilanlarla duyurulmuştu. Keman ve viyola için yapılacak bu kursa öğretmenler seçtikleri az sayıda öğrenciyi yönlendirecekler ve bu seçilen öğrenciler adı geçen profesör tarafından çalıştırılacak ve gün sonunda bir konser vereceklerdi. Bu çok onur verici bir olaydı. Paris'te bir Konservaturda A.B.D nin en önemli okulundan gelmiş bir profesöre takdim edilmek onunla çalışmak imkanına sahip olmak ve sonunda onun önünde bir konser vermek ancak çok az sayıda öğrenciye nasip olabilirdi.Burcu da öğretmeni Madam Gazeau tarafından bu masterclassa katılmak üzere seçilmişti. Masterclass ve arkasından konser halka açıktı. Paris 'te bile olsa A.B.D ve Juliard Scholl bir hayal gibi idi. Sanırım Burcu'da Amerika ve Juliard Scholl hayali o zamanlarda başladı.
  O gün kurs saatinden oldukça önce Burcu okula gitti.Zira hocası onu önceden dinlemek istemişti. Ben daha onra gittim. Konservatuar Oditoryumunda kendime sahneyi görecek bir yer bulup oturdum. Biraz sonra salon hınca hınç doldu. Benim gibi meraklı verlilerden başka olayı duyan ve klasik müziğe meraklı semt sakini yaşlılarda salonu doldurmuştu. İnanın bunu İsviçre'de de gördüm. Konserler dışında halka açık kursları, yarişmaları bile büyük bir zevk ve merakla izliyor müzik izleyicisi.
  Kursa seçilen 8 öğrenci vardı. En küçükleri Burcu idi. Burcu'nun Belediye Konserinde beraber çaldığı Matthieu Kasolter de kursiyerle arasında idi. Önce Eugene hoca ile çalışmalarını izledik. Sonra bu çalışmaların ışığında bu öğrencilerden oluşmuş oda müziği toplulukları bir dinleti sundular. 8 öğrenciden 5 oda müziği topluluğu oluşmuştu. Burcu en son çıkan iki keman, bir viyola ve viyolenselden oluşan 4 lüde çalıyordu. Dvorak'ın Quatuar Americain adlı eserini seslendiren 4 lü dinleyiciden ve özellikle Eugene Becker'den büyük beğeni almıştı. Konser sonunda Burcu'yu tekrar tekrar kutlayan Eugene Becker bir gün olurda Amerika'ya gelmek isterse mutlaka Juliard'da onu bulmasını ve Burcu'yu çalıştırmaktan büyük gurur duyacağını belirtiyordu. Burcu o gün kafasına koydu galiba bu fikri.
  Gün Eugene Becker,Davit Gould ve Dimitris Saroğlou 'nun Mozart ve Bach'ın eserlerini seslendirdiği bir dinleti ile son buldu.
  Konser bitip de Konservatuarın önüne çıktığımızda Burcu bana dönüp Amerika'ya gitmek istiyorum dedi. Bir ocak ayı akşamında Paris soğuğunda bu sözler beni buz gibi dondurdu. O anda bana hiç gerçekleşmeyecek bir hayal gibi gelen o sözlerin nereden bilebilirdim ki sadece bir hayal olmadığını ve bir planın başlangıcı olduğunu.
  Ben o anda sadece 26 Ocak günü gerçekleşecek Concour Nerini yarışmasını düşünüyordum. Bu yarışmayı  bir sonraki yazımda anlatacağım.

26 Mart 2013 Salı

1 ocak Günü Paris'te her yer Kapalı İdi.



 Yazıma başlamadan önce yukarda ilave ettiğim resimleri açıklayayım. Birinci resimde Burcu Nation'da metro istasyonumuzun inişinin önünde görülüyor. Kenarda devamlı gazete aldığım bayimiz. Ne yazık ki bu bayimizde Türk gazetesi bulunmuyordu ve biz Türk gazetesi almak isteyince Türklerin yoğun bulunduğu bölgelerdeki Strasburg St. Denis gibi semtlerdeki bayileri veya turistik bölgeleri Şanzelize gibi tercih etmek zorunda kalıyorduk. Daha önceki yazılarımda da bahsettim. Fransa'da satılan Türk gazeteleri Almanya basımlı olduğu için genelde Avrupa ülkelerindeki gurbetci Türklerimizin haberlerini yazıyordu ve ben daha çok eşimin Türkiye'den hergün gönderdiği gazeteleri okumayı tercih ediyordum.
  İkinci resim Louvr müzesinde çekilmiştir. Dünyanın en büyük müzelerindenm biri olan Louvr müzesi öyle bir iki günde gezilecek bir müze değil. Ben en çok 4 günlük turla gelip de müze gezdik diyenlere şaşıyorum. Zira ben bir sene süre ile her çarşamba Louvr müzesi gezdim. ve tam bitiremedim. Neden çarşamba diyeceksiniz.Çarşamba günleri Louvr müzesi giriş bedava idi.
 Üçüncü resim Burcu Göker'in18 ocak 1997 tarihinde A.B.D Juliard Scholl Profesörlerinden Eugene Becker'in masterclassı sonrası verdikleri konser programı. Yazımda bu konuyu geniş anlatacağım.
  Gelelim o günlere. Aralık 1996 sonunda Paris'e eşimle çocuklarımızı ziyarete gittiğimizi ve özlem giderdiğimizi yazmıştım. Burcu ve Ebru çok yoğun çalışıyor, biz de eşimle gündüzleri -10 dereceye rağmen Paris'i geziyor, kafelerin tadını çıkartıyor, akşamları da çocuklarımızla yemekler yiyip neşeleniyorduk. Nihayyet yılbaşı gecesı geldi. Önce yılbaşı gecesini dışarda geçirelim dedik  ama hava çok soğuktu ve yılbaşı ertesi Burcu'nun çok önemli aktiviteleri vardı. En ufak bir hastalık bütün düzeni bozardı. Ayrıca yaptığımız araştırmalar sonucu yılbaşı gecesi dışarda geçirmenin çok pahalı olduğunu da öğrenmiştik. Paris'te henüz tanıdığımız kimse yoktu ve bir arkadaş toplantısı da düşünemezdik. Oysa sonraları Paris'te bulunduğumuz sürede ne yılbaşı toplantılarımız , ne eğlencelerimiz oldu. Sonunda biz de 1996 yı 1997 ye bağlayan yılbaşı gecesini evimizde 4 ümüz başbaşa geçirmeye karar verdik.Üstelik Türk televizyonumuz da yoktu. Umarım Fransız televizyonunda bir eğlence programına rastlardık.
  Ben o gece için çocuklarımızn özlediği yemekleri yapmaya gayret ettim. Mutfağım çok küçüktü, araç gereç ve ocak yetersizdi. Fransa'daki araç, gereç ve ocak sistemi Fransızların yemeklerine göre düzenlenmiş. Paris'te oturduğum 7 yıl boyunca elektrikli ocağın üstünde kızartma yapmayı, kahve pişirmeyi beceremedim.
 Araç gereç ve ocak farklılığının ötesinde gıda maddeleri de farklı idi. kısacası bizim yemeklerimizi bu şartlarda pişirmek çok zordu. Ama ben gene de bir şeyler yapıp hemen hemen bizim mutfağımızdan örneklerle bir yılbaşı masası donatmıştım.Masamıza bir de güzel şarap ilave edince harika bir yeni yıl yemeği olmuştu.
  O geceyi çok mutlu ve güzel bir yılbaşı olarak hala anımsıyorum.Fransız televizyonunda bizim alıştığımız tarzda yılbaşı programı yoktu. Bir kaç müzik programı dışında seyredecek bir şey bulamadık. Zaten dikkat ettim biz yılbaşı gecesine çok önem veriyoruz ama gerek Fransa'da gerek Amerika'da noel gecesi daha önemli. Dini bir bayram olduğu için noeli harika kutluyorlar ve yılbaşı gecesine fazla önem vermiyorlar.
 Biz de ailece bir arada olmanın mutluluğunu yaşayarak bir yılbaşı geçirdik. En büyük eğlence bize beraber olmaktı.
 Ertesi sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra çocuklarımız ders çalışacaklarını söyleyerek bizi evden kovaladılar. Biz de bir müzeye gideriz ve gezeriz, akşama kadar vakit geçiririz düşüncesi ile yola koyulduk. Paris'te Louvr müzesinin ismini çok duymuştuk. Daha önce gelme şansımız olmadığı için giden, gezen arkadaşlarımızdan duyuyorduk.Louvr müzesinin kapısına geldiğimizde müzenin kapalı olduğunu gördük. Tabii Burcu ve Ebru da 1 ocak günü müzelerin kapalı olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü daha önce Paris'te yılbaşı geçirmemişlerdi. Hava çok soğuktu, kar yağıyordu ve biz gidecek bir müze bulamamıştık. Kapalı alan yerler kafeler vardı.Ne yazık ki her zaman açık olan bütük kafeler, restoranların çoğu bugün kapalı idi. Sanki şehir ıssız ve terkedilmişti. Sanırım herkes uyuyordu.Böyle  dolaşırken ki sokakta ancak 10 dakika dolaşabiliyordunuz. Daha sonra kendinizi kapalı bir alana atmak zorunda idiniz, bir metro istasyonunda botanik bahçesi gibi bir yer bulduk. Bizim gibi sokaklarda üşüyen gezginler kendini buraya atmıştı. Biz de biraz o bahçeyi gezip nihayyet açık bir kafe bulup kendimizi sıcak kahve içmek için kafeye zor attık.Daha sonraları Paris'te bulunduğum zamanlarda çok soğuk havalarda Fransa İçişleri Bakanlığının sokaklardaki evsizler için kiliseleri, metro istasyonlarını  açtığını ve sıcak yemek dağıttığını gördüm. Paris'te evsiz denen bir çok kişi sokaklarda yaşar. Aslında kimseye bir zararları olmayan kişilerdir bunlar. Sizden bir şarap parası isterler yolda, yok derseniz teşekkür eder ve giderler. İşte bu evsizler Paris'in o çok soğuk günlerinde hükümet tarafından donmamaları için kilise ve metro istasyonlarına sığındırılırlar ve sıcak yemek verilir. Sanırım ben ve eşim o gün Paris'te evsizler gibi idik.
  Yeni yıl tatilini benimle Paris'e gelip değerlendiren eşim bir kaç gün sonra dönecekti.Ben ise ocak sonuna kadar kalmak ve Burcu'nun Paris'te gireceği ilk yarışmada, katılacağı masterclassta yanına olmak istiyordum.Sanırım daha sonra nisan ayında tekrar gelecektik.
 Yılbaşı ertesi gidemediğimiz Louvr müzesini bir kaç gün sonra ziyaret etmek istedik. Müzeye inen cam piramitin önüne geldiğimizde çok büyük bir kuyruk gördük. Çoğunluğu Japon ve Asyeteklerden oluşan yüzlerce kişi soğukta kuyrukta bekliyordu. Meğer bu kalabalık müze giriş kuyruğu imiş. Yanlış günü seçmiştik müze ziyareti için. Zira noel tatili herkesin Paris'e geldiği ve her gelenin Louvr müzesini ziyaret etmek istediği zamandı. Biz gene de yılmadık.Soğuğa , kuyruğa rağmen uzun bekleyişler sonucu aşağı indik , biletimizi aldık ve müzeye girdik. Bu sırada neredeyse öğle olmuştu. Dünyanın en büyük müzelerinden bir olan Louvr müzesi öyle bir ,iki günde gezilecek bir müze değildi. Eşten dosttan 4 günlük turlarla  gidip Louvr müzesini gezdiklerini duyduğumdan biz de gezebiliriz diye düşünmüştüm. Ne mümkün. Biz arada yemek molası da vererek akşam 6 müze kapanış saatine kadar ancak müzenin alt katında bir bölümü gezmiştik. Acaba biz mi geri zekalı ve yavaştık, Yoksa bir günde gezenler mi süpermendi anlayamadım.
  Daha sonraları çarşamba günleri girişin bedava olduğunu öğrendiğim müzeyi bir yıl boyunca her çarşamba bir bölümü olmak şartı ile gezdim ve daha görmediğim yerler var sanırım.
  Eşimin gideceği sabah hepimiz hüzünlü idik. O gün Burcu'nun okulu olduğu için Ebru ve ben babasını havaalanına götürdük ve uçağa yolculadık. Okullar ocak başında eğitime başlamıştı. Ebru da sonra okuluna gidecekti. Eşim giderken arkasından baktım. Ağlamadım. Buna daha Burcu ile Ebru ilk yurt dışına gittiklerinde karar vermiştim. Asla ayrılıkda ağlamayacaktım. Zira çok güzel bir neden için ayrılıyorduk. Tekrar buluşacaktık. Gene de eve dönünce bir tuhaf oldum. Burcu ve Ebru okulda idi. ben küçücük evimizde 11. kattan Paris'i yukardan seyrederken düşündüm. Biz daha ne ayrılıklar yaşayacaktık.

25 Mart 2013 Pazartesi

1996 Yılbaşısı Paris'te tüm ailenin buluşması


1996 Yılı Aralık sonunda eşim ve ben çocuklarımızı görmeye Paris'e gitmek üzere uçağa binerken çok heyecanlı idik. Günlerce öncesinden hazırlanmış ,onlar için hediyeler almıştık. Ayrıca onların sevdiği ve ülkelerinden alıştıkları gıda maddelerini hava yollarında ve Fransa'ya girişte sorun çıkartmayacak şekilde ambalajlatmış ve yanımızda götürüyorduk. Hernekadar bundan sonra uzun bir süre yurt dışında kalmaları ve mecburen oradaki gıda maddelerine alışmaları gerekiyorsa da insanın ölesiye özlediği ülke lezzetleri oluyor. Tabii bunların yurt dışında yaşayan gurbetçıler için oralarda üretilmiş cinslerine rastlıyorsunuz Türk bakkallarında. Ama gene de sizin alıştığınız tadı çoğu kere tutturamıyorlar. Örneğin Türk beyaz peyniri diye aldığımız ve Almanya'da üretilen  ürününün ülkemizdeki Bayaz peynirle uzaktan yakından alakası yok. Gene Türk bakkallarına getirilen bazı sebzeler de  Türkiye'deki  tadı tutturamıyor. Uzun yıllar Paris'te kaldım ve bir gün bile yeşil eriğe rastlamadım marketlerde. Zaten bilmiyorlar bu erik cinsini.İşte biz de eşimle Beyaz peynir, sucuk, dolma biber, simit  vs gibi Türk tatlarını bavullarımıza aldığımız hediyelerin yanına yerleştirerek oldukça yüklü bir bagajla yola çıktık. Hatta Fransa'ya girişte yükümüzün fazlalığını gören gümrük memuruna Christmas için dediğimde çok hoşgörülü davrandı ve geçmemize izin verdi.Uçaktan inip alanın yolcu çıkışından çıkınca Ebru ve Burcu'yu gördüm. İki ürkek kuş gibi çıkanlara bakıyorlar, gözleri bizi arıyordu.Hele Burcu ablasının arkasına sığınmış , çok garip görünüyordu. Onları görünce birden ne kadar özlediğimi anladım.Takriben 2 aydan fazla görmemiştim onları. Havaalanında onları görünce kalbimin tüm  parçalarının o anda bir araya geldiğini hissettim. 1996 yılından bu yana kalbimin 4 parçası o kadar az  zaman bir araya geldi ki. İşte o gün yanı aralık 1996 da ilk bir araya gelişi idi kalbimin parçalarının  uzun bir aradan sonra.
Havaalanından çıkınca bir taksiye bindik. Evimize varana kadar taksi de kuşlar gibi cıvıldadık. Sanırım Uzak Doğulu şöförümüzün kafası şişti. Eve varınca 4 kişi , bir sürü bavul bizim küçük stüdyomuzu öylesine doldurdu ki evde dönecek yer kalmadı desem yerinde olur. Ama hepimiz çok mutlu idik. Burcu ve Ebru Paris'teki anılarını anlatıyor , biz de onlara İstanbul ve Türkiye'den haberler veriyorduk. Anladığım kadarı ile çocuklarım mutlu ve başarılı idi buradaki hayatlarında.Paris yeni yıl ve noel için harika süslenmişti. Daha havaalanından eve araba ile giderken bile sokaklardaki süsler, ışıklar dikkatimizi çekmişti. Çok güzel bir yeni yıl tatili olacağa benziyordu bu harika şehirde ve çok sevdiğimiz yavrularımızla.O gece minik evimizde dördümüz de aynı mekanda harika bir uyku uyuduk. Çocuklarımız günlerdir uzak oldukları ebeveynlerinin yanlarında olmasının verdiği güven duygusu, biz de yavrularımızın yanımızda olmasının verdiği mutlulukla bebekler gibi uyuduk. Sabah herkes uyurken ben sesizce kalktım ve ayaklarımın ucuna basarak mutfağa gittim. Zira ev o kadar küçüktü ki ufacık bir ses onları uyandırabilirdi. Amacım Türkiye'den getirdim peynirler, çaylar, sucuklar ve simitle onlara özledikleri bir kahvaltı hazırlamaktı. Ben bunları hazırlarken eşim de uykudan uyanmış ve giyinmişti. O sabah harika neşeli geçen bir kahvaltının ardından eşim ve ben evi çocuklara bırakıp çıktık. Zira Burcu ve Ebru'nun okulları noel tatiline girdiği için evde çalışmak zorunda idiler. Burcu salonda keman çalışacak, Ebru antrede derslerini çalışacaktı. Bize evde oturacak yer yoktu. Biz de Paris metro haritamızı yanımıza alarak yola çıktık. Ben daha önceden biraz tecrübeli idim. Eşim ise yeni geldiği içim Paris'i hiç bilmiyordu ve ben ona rehberlik yapacaktım. Burcu ve Ebru ise akşama kadar çok çalışmak zorunda idiler. Burcu yılbaşından sonra Uluslar arası bir yarışmaya girecek, A.B.D Juliard Scholl dan bir profesörün masterclassına katılacaktı. Ayrıca orkestra ve oda müziği konserlerine de katılacak olan Burcu noel tatilini fırsat bilip çalışıyordu. Sorbonne de Uluslar Arası Özel Hukuk konusunda lisans üstü yapan Ebru ise tez çalışmaları sebebiyle yoğundu.Biz o gün eşimle akşama kadar çok güzel gezdik. Bu aşıklar şehrinde kendimizi çok genç ve aşkımızı çok taze hissetmiştik. Hava çok soğuktu. Paris çok soğuk bir kış yaşıyordu. -10 larda dolanan hava sıcaklığı sokaklarda fazla gezmeye imkan vermiyordu. Biraz dolaşıp kendimizi hemen bir kafeye atıyorduk. Akşama kadar kafelerde kahve içtik, şarap içtik, çay içtik, yemek yedik ve gezdik. Akşam eve dönerken ben akşam için yapacağım yemeyi düşünüyordum. Dönüşte Cazino markete uğrayıp alışveriş yaptık. Nasılsa yanımda eşim vardı ve taşıma sorunu yoktu. Bu arada ben daha önceden buraları bildiğim için eşime hava da atıyordum. Sanki uzun zamandır Paris'te yaşıyor ve çok iyi Fransızca biliyormuş gibi bindiğimiz metroda, gittiğimiz kafede, girdiğimiz mağazalarda hep ben rehberdim.  Bir kaç gün sonra yılbaşı kutlaması olacaktı. Bir süre sonra da eşimi tekrar İstanbul'a yolculayacaktık. Şimdi Paris'te ailece bir arada olmanın zevkine varma zamanı idi.
Yazımı bitirmeden önce yukardaki resimleri açıklayayım. Burcu, ben ve Ebru Paris'teki evimizde, diğer resimde ise Ebru ve Burcu Konservatuarın önünde gözüküyor.

23 Mart 2013 Cumartesi

Noel Tatili İçin Babamız ile Paris'e çocuklarımızı görmeye gidiyoruz.

 Yukardaki resimde Ekim 1996 da Paris'te Sen nehrinde bir boat gezisinde Burcu ve ben görünüyoruz.
  Benim İstanbul'a dönüşüm yaklaştıkça Burcu bir tuhaf olmaya başlamıştı. Doğrusu bu güne kadar yurt dışı masterclassları hariç fazla ayrılmamıştık. En fazla ayrılığımız 15 gün olmuştu. Bu sefer biraz daha fazla ayrı kalacaktık.Ben ekim ortalarında Türkiye'ye dönecek,sonra Aralık 20 den sonra Paris'e geri dönüş yapacaktım. Takriben 2 aydan fazla olacak bu ayrılık o yaşta bir çocuğu etkliyordu. Birde biz Burcu ile özellikle kemana başladığından bu yana çok iyi arkadaş olmuştuk. Ben alabildiğine sabırlı idim. Tabii daha önceleri bu kadar sabırlı değildim. Ama Burcu'nun içinde bulunduğu şartlar, gerilimli müzik eğitimi sebebiyle sabırlı olmaktan, onu anlamaya çalışmaktan başka çarem yoktu. Burcu daha önceki yazılarımda da anlattığım gibi Türkiye'deki keman eğitiminde bazı mantıksız kişilerle uğraşmak zorunda da kaldı. Kaldı ki keman başlı başına çok titizlik isteyen ve kişiyi yıpratan bir enstruman. Birde Burcu gibi aşırı hırslı ve mükemmeliyetçi birisinin bu keman eğitiminde karşılaştığı olayları düşünün. Bu şartlarda bir de etrafındaki kişileri anlamak ve hoş görmek zorunda olmak o yaşta bir çocuk için bazen ağır gelebiliyordu.Üstüne sınıf atlamalar da binince Burcu'nun psikolojik yükü iyice ağırlaşmıştı.
 İşte ben bütün bu olayları atlatması için ona karşı çok sabırlı olmak zorunda idim. Çok iyi konuşuyorduk. Beraber eğleniyorduk. İki arkadaştan daha yakındık çoğu kere.
 Bazen hayattan hırsını alamıyor ve yastık savaşları bile yapıyorduk. Bütün bunları  sabırlı olmayı,zaman zaman danıştığım çok yakın bir pedagog arkadaşım öğüt vermişti bana . Burcu için 'Çok gerilim altında. bir yerden fıtık gibi patlaması lazım. ve senden başka patlayacağı kimse yok.'diyen arkadaşım daima benim akıl verenim oldu bu konularda.
  Burcu dışarda başkalarının yanında son derece sakin, ciddi ve yaşından olgundu. Beraberken ise iki çocuk gibi azıyorduk.Şimdi benim yokluğumda sanırım bütün bu görevleri ablası yüklenecekti. Neyse ki ablası da çok sakin ve olumlu bir kızdı ve herşeyden önemlisi kardeşini çok seviyordu.
  Burcu ile aramızdaki bu arkadaşlık bağı yıllar geçtikçe arttı. Ve bir gün ben Paris'te bırakıp onu dönerken bana söylediği bir sözü asla unutamam. 'Keşke demişti, Keşke kötü bir anne olsaydın, bana yaşam hakkı vermeseydin.Ne güzel sen giderken arkandan sevinirdim. Şimdi sen giderken arkandan çok üzülüyorum.demişti.
 Ama bir gün onu Amerika'ya uçururken artık tek başına uçmasının zamanı geldiğini çok iyi biliyordu.
  Ben ekim 1996 da Paris'ten dönerken üzüntülü idim. Yaşamımın en değerli iki varlığını başka bir ülkede bırakmıştım. O zaman daha olayın tam bilincinde değildim. Yıllar geçtikçe artık onları hele Burcu'yu yanımda göremeyeceğimin bilincine vardım. Hele okyanuslar ötesi gittiğinde erişmek iyice zorlaşmıştı. Bütün bu anlarda Can Yücel'in aşağıda hayal meyal anımsadığım mısralarını aklıma getirdim.
  'Esas uzaklık ne iki şehir, ne iki ülke , sadece iki kalp arasında.'diyordu Can Yücel.Evet ben çocuklarımdan uzak değildim. Çünkü dünyanın neresinde olursak olalım kalplerimiz bir arada idi.
  Kalplerimiz bir arada idi ama ben İstanbul'da kaldığım iki ay süresince korkunç yüksek telefon faturaları ödedik.İstanbul'a gelir gelmez Aralık ayında Paris'e gidiş biletimi almıştım eşimle beraber. Bu bileti alışım sanki çocuklarıma kavuşacağım günü yakınlaştırmıştı. Bu olayı  hep yaptım.Daha sonraki yıllarda Paris'te sürekli yaşarken tatiller için Türkiye'ye gidiş biletlerimizi önceden alır ve o biletlerin hayali ile özleme daha iyi dayanırdım.
 Aralık başında Paris'e gidiş hazırlıklarına, alışverişlerine başladım. Noel ve yılbaşı tatili için gidiyorduk.Günlerce mağazaları, alışveriş merkezlerini gezip Burcu'ya ,Ebru'ya ve arkadaşlarına bir şeyler almak çok zevkli idi. Aldığım şeylerin maddi değerinden çok onları düşünerek almış olmam çok önemli idi. Bu ben de yıllarca öyle bir alışkanlık yarattı ki şimdi bir mağazaya girdiğimde gördüğüm herhangi bir objeyi 'A bu Ebruluk veya bu Burculuk 'diye ayırt edebiliyorum.Bu sefer babamız ile gidiyorduk ama yılbaşı tatilinden sonra babamız İstanbul'a dönecek, ben bir süre daha kalacaktım. Yaptığımız görüşmelerden Burcu'nun ocak ayı içinde Newyork Juliard Scholl Profesörlerinden biri ile bir masterclass olacağını , gene ocak ayı içinde uluslar arası bir yarışmaya hazırlandığı öğrenmiştim.Bütün bu olaylarda onun yanında olmak istiyordum.
  Bu arada Burcu'nun  okul orkestrası ile konserlerini, Konservatuar oditoryumunda piyano eşliğinde konser haberlerini ve başarılarını telefonda işittiğimde babası da ben de çok mutlu oluyorduk. Burcu emin adımlarla başarıya doğru yürüyordu.Ebru ise Sorbonne Üniversitesinde çok başarılı idi. Ayrıca bir çok arkadaş edinmişlerdi. Burcu artık Fransızce derdini anlatabiliyordu. Kısacası Paris'te her şey yolunda idi.

22 Mart 2013 Cuma

Ebru ve Burcu'yu Fransa'da bırakıp Türkiye'ye dönüyorum.

 Yukardaki resimde 12.Bölge Belediye Sarayında gerçekleşen Burcu ve Matthieu konserinden önce evimizdeki çay davetinde Burcu, Ebru, Matthieu, Hyum Hwa, ve Florence gözüküyor. 
  Ekim ayı yaklaştıkça beni de bir üzüntü alıyordu. Ekim ortalarına doğru Paris'ten İstanbul'a dönecektim. Aralık sonuna doğru eşimle tekrar gelecektik.
  Burcu ile Ebru'nun Fransa'daki yaşamını düzenlerken bir yandan da İstanbul'da bıraktığım eşimi düşünüyordum. Adamcağız tek başına bir yaşama mahkum olmuştu. Yetenekli bir çocuğa sahip olmanın bedeli idi bu.Bu şekilde Paris ayrılığı ile başlayan özlem günleri zaman içersinde daha da artacaktı. Eşimin durumu da zordu. Akşama kada iş yerinde çalışıyor, akşam eve gelince yemek yok, evde insan yok. Çok zor bir yaşam.Paris'ten bir süre uzaklaşmak istememin başka sebepleri de vardı. Burcu yoğun Fransızca kursuna başlamıştı. Eve dahi Türkçe televizyon almamıştık,Burcu daha iyi Fransızcaya odaklansın diye. Benim Paris'te bulunmam Burcu'nun Fransızca öğrenmesini engelleyebilirdi. Zira Burcu dışarda Franszı arkadaş bulup onlarla dilini geliştireceğine benimle Türkçe konuşmayı tercih ediyordu. Ben onun en iyi arkadaşı olmuştum. Ayrıca 35 metre kara bir stüdyoda 3 kişi sürekli yaşamak zor oluyordu. Ne de olsa ben belirli yaşta bir insandım ve alıştığım bazı konforlar vardı. Birden bire 50 yaşında 20 yaşındaki bir gencin bohem hayatını yaşamak ben de zorluk yaratabiliyordu.Kaldı ki benim Paris'te bulunmam kısıtlı bütçemiz için masrafların artması demekti. Zira ben aynen Türkiye'de alıştığım gibi kafelere gitmek, Paris'in birbirinden şık mağazalarından kıyafetler almak istiyordum. Her nekadar kendimi frenlesem de bazen alışverişe engel olamıyordum.İyisi mi ben bir süreliğine ülkeme dönmeliydim.
  Öğretmeni Madam Gazeau ile yaptığım konuşma neticesi Burcu için en yoğun aylarının aralık, ocak ve şubat olduğunu öğrenmiştim. O aylara kadar normal eğitimleri yoğun bir şekilde sürecek, aralık ayında konser, ocak ayında yarışma ve masterclass başlayacaktı.
  Madam Gazeau Burcu  için çok güzel bir plan yapmıştı. Onu uluslararası yarışmalara hazırlıyor ve gene uluslar arası masterclasslara yönlendiriyordu.
  İçim parçalanarak ekim ayında ayrılığa hazırlandım. Ebru ve Burcu'ya yemekler yaptım. Buzdolapları çok küçüktü ve fazla bir şey yapmama imkan yoktu. Evlerini toparladım, çamaşırlarını yıkadım, dolaplarını yerleştirdim.Kısacası bir anne ne yaparsa evlatlarına fazlası ile yaptım. İçme sularını bile alıp balkona istifledim. Pazara çıktım , meyvelerini aldım. Zaten Paris'e gittiğim  ilk günlerde bir çek çek arabası almıştım. Bunu bana Ebru önerdi.'Anne ,senin yaşındaki kadınların hepsinin bir çek çek arabası var, Sen de bir tane almalısın mutlaka'diyen Ebru'nun sözüne dayanarak bir araba almıştım ve tüm alışverişlerimde bunu kullanıyordum. Haftada iki gün çarşamba ve cumartesi günleri Nation meydanında pazar kuruluyordu. Benim için bu pazara gitmek ve alışveriş yapmak ayrı bir zevkti. Zira pazarın girişinde bir oda müziği orkestrası çalıyor, pazarda çiçekler, çeşit çeşit yiyecekler arasında dolaşırken kendimi çok mutlu hisesdiyordum. Pazarın tek sakıncası bütün pazar esnafının Arap ve Cezayirli olması idi. Yabancı olduğumu anladıkları an beni para yönünden kandırmaya çalışıyorlardı. En kısa zamanda sayıları öğrenmem gerekiyordu. Fransızca'da önce sayıları öğrendim pazardaki Araplara yenilmemek için.
  Bir ekim günü Ebru beni Auber durağından Air France'nın Charles de Gaulle havaalanının transfer arabasına bindirdiğinde dışarda bıraktığım kızıma baktım. Artık hasreti çok yaşayacaktık. Sonra düşündüm. Sevgi nedir diye. Sevgi sevdiklerinin iyiliği için onlardan vazgeçebilmekti bence. Bunu daha sonraki yıllarda daha iyi anladım.

21 Mart 2013 Perşembe

Burcu Göker&Matthieu Kasolter Konseri

 Yukardaki Fotoğraflar 26 Eylül 1996 tarihinde Paris 12. bölge Belediye Sarayında Burcu Göker&Matthieu Kasolter Konseri sırasında çekilmiştir. Bu konserin Paris basınındaki yansıması da altındadır.
 Eylül 1996 da Paris'te Burcu Göker'in 12. Bölge Paul Ducas Konservatuarında Prof. Slyvie Gazeau'nun süperior sınıfında eğitime başladığını önceki yazılarımda yazmıştım. Burcu keman eğitiminin yanısıra aynı konservatuarda Formation Musicale, Oda Müziği ve Orkestra dersleri de görüyordu.Bütün bu dersleri Paris'in en iyi hocaları ile çalışan Burcu aynı zamanda 12. Bölge Konservatuarı Orkestrasına da seçilmiş ve o orkestra ile de konserlere katılacaktı. Ayrıca Oda müziği grubuna da seçilen Burcu her ay bu grubun gerçekleştirdiği konserlere katılmak zorunda idi.
 Bu kadar yoğun Konservatuar eğitimin yanısıra haftada üç yarım gün Pere Lachaise de Ecole Des Roches Langues'de yoğun Fransızca kursuna giden Burcu Fransızcanın Toefl sınavı sayılan D.E.L.F (DİPLOMA  D'ETUDES EN LANGUE FRANÇAISE) sınavına da girip bu diplomaları almak zorunda idi. A1, A2, A3, A 4 diye sınıflandırılan  bu sınavlar aynen Toefl sınavları gibi yılın belli aylarında bir merkezden yapılıyor ve bu sınavları geçenler aldıkları diplomalarla bir sonraki sınava girmeye hak kazanıyorlardı.
  Bütün bu eğitimin yanısıra Madam Gazeau'nun Burcu ile ilgili harika planları vardı. Burcu'yu kemanda harika bulan Madam onu Paris'teki uluslararası yarışmalara hazırlamak istiyordu. Çalışmaya dünden razı Burcu için bu çok güzel bir şeydi.
  Yavaş yavaş evimize alışmaya başlamıştık. Ama daha büfemizi monte edecek , perdemizi takacak birisini bulamamıştık. Bu soruna gene Nathaly yetişti. Erkek arkadaşının matkapı olduğunu ve perdemizi takabileceğini, büfemizi ise monte edebileceğini söyledi. Tabii bunları ücret mukabili yapacaktı ama gene de Conforoma'nın istediği ücretten daha az olacaktı vereceğimiz para.Neyse bir öğle tatili gelen Nathaly'nın arkadaşı hem perdemizi taktı, hem de büfemizi monte etti. Artık geceleri uyurken yıldızları seyredemiyecektik. Televizyonumuz da büfenin üstünde yerini almıştı.
  Yavaş yavaş eylül ayının sonuna yaklaşıyorduk. Ben ekim başında İstanbul'a dönecektim. Daha sonra aralık ayında babamız ile birlikte noel tatili için tekrar Paris'e gelecektik.Ben yokken Ebru ile Burcu birbirlerine arkadaş olacaklardı.Gözüm arkada kalmıyordu. Çünkü Ebru 10 yaş küçük kardeşine adeta bir anne gibi özenli ve güzel bakıyordu.
  Eylül ayında bir gün Burcu okuldan büyük bir neşe ile döndü. 26 Eylül tarihinde Paris 12. Bölge Belediye Sarayında bir Ödül töreni olduğunu ve bu ödül töreninde bir konser vermek üzere seçildiğini büyük bir mutlulukla anlatıyordu.Paris'teki eğitim yaşamının başlangıcında böyle güzel bir konsere seçilmiş olması gerçekten kıvanç  verici idi. Akşam ablası da Sorbonne'den dersten dönünce duyduğu bu haber  karşısında çok mutlu oldu.
  Burcu bu konseri gene Madam Gazeau'nun bir başka keman öğrencisi Matthieu Kasolter ile verecekti. Mattieu Burcu'dan bir kaç yaş büyük , kibar bir Fransız öğrenci idi. Daha önce kendisi ile tanışmıştık.Konserden önce çocukları kaynaştırmak için Madam Gazeau'nun öğrencilerini çaya davet ettim. Matthieu, Hyum Hwa,  Florence  hepsi gelip bizim küçük evimizde çay içip keklerini yerken cıvıl cıvıldılar. Burcu hepsinin küçüğü idi. Hyum Hwa o yıl Güney Koreden gelmiş Burcu'dan 2 yaş büyük bir kızdı. Daha sonraları Burcu ile güzel bir ikili olup bir çok konserler veren Hyum Hwa ile çok iyi bir arkadaşlığı oldu Burcu'nun.Florence Fransız bir kızdı , o da Burcu'dan büyüktü. Hepsi kendilerinden yaşça küçük olan Burcu'yu çok sevmişler, kısa sürede iyi arkadaş olmuşlardı.İlk yıl eve sadece Fransız televizyon kanallarını alan yayın bağlatan Ebru, Burcu'nun fransızca konuşacağı arkadaşları ve Fransızca televizyon sayesinde daha kolay ve çabuk Fransızca öğreneceğini umuyordu.
  26 Eylül günü konser saatinden iki saat önce Belediye Sarayına gittik.12.Bölge Belediye Sarayı evimizin bir alt caddesinde ve bize çok yakındı. Çok tarihi ve güzel bir bina idi. Çiçeklerle dolu güzel bir bahçenin içinde yer alan bu görkemli binaya girince bir tuhaf oldum. Burcu sayesinde çok güzel yerlere gitmiş ve çok kabul görmüştük. Meğer bu daha başlangıçmiş. Sonraları Burcu sayesinde daha güzel yerlere girecektik ve çok güzel ağırlanacaktık.
  O gün Belediye Sarayında daha önce tertiplenmiş büyük bir şiir yarişmasının neticeleri açıklanacak ve ödülleri verilecekti. Programa göre önce belediye başkanı konuşma yapacak, sonra yarışmayı tertip eden komite adına jüri başkanı sonuçları açıklayacak ve kazananlara ödülleri verilecekti. Daha sonra Burcu ve Matthieu ikili keman konseri verecek. En sonra toplantı bir kokteyl ile sonlanacaktı.
  Gerçekten kültür, edebiyat dünyasının seçkin isimlerinin katıldığı çok elit bir toplantı idi.Ben tabii konuşmalardan bir şey anlamıyordum. Başkan güzel bir konuşma yaptı, sonra ödüller açıklandı. O sırada Belediyenin görevli fotoğrafçısı ve basın fotoğrafçıları resim çekiyordu. Ödüller verildikten sonra Burcu ile Matthieu sahneye geldiler ve çalacakları eserleri takdim ettiler. Gençler çalmaya başlayınca salonda büyük bir sessizlik oldu. Bütün salon ki hepsi oldukça yaşlı kişilerdi, büyük bir huşu içinde çalan müziği dinliyorlardı. Ben Fransa'da klasik müziğe gösterilen önemi görünce ne kadar önemli bir iş yaptığımız bir kez daha anladım. Gerçekten sizi uzaydan gelmiş, nadide bir yaratık gibi nerelere koyacaklarını bilemiyorlar. Bu çok övünç verici bir durum.
  Burcu ve Matthieu konserlerini bitirince büyük bir alkış koptu. Herkes bu iki genç kemancıyı çok beğenmişti. Konser bitiminde salon dışındaki kokteyl büfesine davet edildik. Kokteylde Burcunun yanına gelen herkes tek tek tebrik ediyor ve nereden geldiğini soruyordu. Sorulara Ebru genelde cevap veriyordu, zira Burcu çok iyi Fransızca bilmiyordu. Burcu'nun orijinini soran kişilere göğsünü kabartarak Türkiye'den diyen Ebru çağdaş giysisi, güzel sarı saçları ve çok güzel Fransızcası ile çağdaş bir Atatürk kadınını temsil ediyordu o salonda.
  Ben onları salonun öbür köşesinden seyrederken elinde iki tane şampanya kadehi ile çok tanıdığım bir kişi belirdi yanımda. Benim Burcu'nun annesi olduğumu anlayıp bana şampanya ikram eden kişi Fransızca konuşuyordu. Ben sadece Mersi diyebildim. Bu adamı nereden tanıyorum diye derin derin düşünürken Ebru yanıma geldi ve 'Anne sana şampanya ikram edip kutlayan Mösyö, Fransızların en ünlü aktörü.'dedi.
 O gün o güzel toplantıdan çıkıp 35 metrekarelik stüdyomuza dönerken iyi ki buradayız diye düşündüm. İyi ki Burcu bu kadar kabiliyetli, iyi ki keman çalıyor ve İyi ki Türkiye'de bize hocalarımız kötü davrandılar ve iyi ki biz Paris'e geldik dedim.

20 Mart 2013 Çarşamba

Pere Lachasie Giderken Kaybolan Burcu

  Bu resim Paris'teki evimizden bir kare....
  Paris'te yalnız geçirdiğim ikinci gün bir gün önceki Şanzelize yolculuğumdan cesaret alarak tekrar çıktım. Bu sefer başka metro hattına  binip Bastille gittim. Bastille, Nationa 3 durak, çok yakın . Bastillle Meydanında bir kafede oturduktan ve kahvemi içip etrafı seyrettikten  sonra eve yürüyerek dönmeyi düşündüm. Hava çok güzeldi ve elimdeki Paris haritasına göre Bastilleden geçen ana yol direkt Nationa varıyordu.Tahminen 15 dakikalık  güzel bir yürüyüşün ardından Nation'a vardım. Eve gitmeden  Cazino Market'e uğradım. O zamanlar Fransa'da  daha Euro kullanılmaya başlamamıştı. Fransız Frangi yürürlükte idi. Ben henüz banka kartı almamıştım ve nakit para ile alışveriş yapıyordum. Sayıları da çok iyi bilmediğim, hatta hiç bilmediğim  için ne alışveriş yaparsam eğer kasiyerin önündeki levhada sayıyı görmedimse nakit kağıt para veriyordum. Tabii kasiyerde bana bir torba bozukluk veriyordu. Zaten bir süre sonra evdeki bozukluklar o kadar arttı ki bunları bir kavonoza koymak zorunda kaldık.
  Cazino Marketten akşam için yiyecek bir şeyler almak niyetinde idim. Epey bir süre Markette oyalandım ve yiyecekleri inceledim. İyi ki gıdaların üzerinde uluslararası yazılar var. Onlardan içeriklerini rahat öğrenebiliyordum. Neyse Market alışverişinden dönerken evimizin karşı kaldırımdaki telefon kulübesi dikkatimi çekti. Ebru bana kredi kartımla tabii Türkiyedeki bankaya ait kartım, nasıl telefon açabileceğimi ve kulübedeki numarayı vererek nasıl aranabileceğimi göstermişti. Bir kere denememde bir sakınca yoktu. Zira iki gündür kimse ile doğru düzgün konuşmamıştım. Kartımla Türkiye'deki evimi aradım. Tabii aramadan önce kulübenin telefon numarasını bir kağıda yazdım. Karşıma eşim çıktı. İşten henüz dönmüş olan adamcağız benim sesimi duyunca çok heyecanlandı. Allah korusun çok önemli bir şey olduğunu sandı. Tabii onu rahatlattıktan sonra kulübenin numarasını yazdırdım ve beni aramasını söyledim, telefonu kapattım. Beklemeye başladım. Biraz sonra kulübenin telefonu çaldı. Arayan eşimdi. Uzun  bir süre konuştuk. Paris'te yaptıklarımı, gezdiğim yerleri anlattım. Bu  bir saatlik konuşma bana Burcu ve Ebru dönene kadar yeterdi artık.
 Burcu ve Ebru döndüğü zaman ben Nation'a epey alışmıştım.Artık alışveriş yapıyor, sokakları tanıyor ve kafeleri biliyordum. 3 günde epey şey öğrenmiştim.
 Çocuklar döndükten sonra okullarin açılmasına az zaman kalmıştı. Önce Burcu'nun okulu başlayacak, Sorbonne Üniversitesinde Uluslararası Özel Hukuk konusunda master yapacak olan Ebru'nun dersleri bir süre sonra başlayacaktı.
  Bu arada bir sorun ortaya çıkmıştı. İstanbul'da Fransız Kültür Derneğinin Fransızca kurslarına iki yıl devam eden Burcu'nun Fransızcasının Konservatuarda dersleri takip etmek için yeterli olmadığı söyleyen Madam Gazeau mutlaka Fransızca konusunda takviye yapılmasını söylüyordu.Demekki biz Burcu'yu iki yıl boşuna Taksime'e götürmüş, o kursta iken boşuna oralarda saatlerce beklemiştik. O zaman şunu anladım kı dil yerinde öğreniliyor.
 Burcu'ya Fransızca kursu aramaya başladık. Bu sefer başka bir sorunla karşılaştık. Burcu 14 yaşında idi ve bu yaş Fransa kanunlarına göre zorunlu eğitim yaşı idi. Dolayısı ile hiçbir çocuk o yaşta kursa falan gitmiyor, doğrudan okula gidiyordu. Zaten Fransızca kursları genelde ülkeye gelen yabancılar için planlanlanmış kurslardı ve başlama yaşı 18 olarak tesbit edilmişti.Ne bilsin insanlar bizim gibi 14 yaşında bir çocuk kursa gelecek. Zaten yaşamımız süresinde Burcu hep özel bir örnek oldu ve genelde uygulanan kurallara ters düştü.
 Uzun kurs arayışlarının sonunda Pere Lachaise'de bir Fransızca kursu idareten Burcu'yu almayı kabul etmişti. Bu sevindirici haber haftanın üç günü Nation'dan Pere Lachaise gitmek zorunda olan Burcu'nun yol sorunu ile bulandı. Burcu bu iki metro aktarmalı yolu nasıl gidecekti. Ebru okuluna gidecekti ve dersleri çok ağırdı, Kaldı ki ders saatleri Burcu'yu lisan dersanesine götürmeye uygun değildi.Burcu yeteri kadar dil bilmiyordu ve yollarda kaybolabilirdi. Ama yolu öğrenmek ve lisan dersanesine gitmek zorunda idi.
 Pere Lachaise lisan dersanesine gidip kayıt yaptırdık. Masraflarımıza bir de lisan kursu parası eklenmişti. Pere Lachaise hayran oldum. Fransa'nın en büyük mezarlığı bu semtte ve dünyanın bir çok ünlü ismi burada yatıyor.
 20.bölgede yer alan bu semtteki 43 hektarlık araziye kurulu mezarlıkta 70 bin kişinin mezarı var ve günde en az 1.5 milyon kişi ziyaret ediyor.Moliere, La Fontaine,Balzac, Edith Piaf, Oscar Wilde ,Jim Morrison bu mezarlıkta yatan ünlüler. Bu mezarlıkta yatan Türkler de var. Yılmaz Güney, Ahmet Kaya da bu mezarlıkta yatan Türkler.
  İlk 3 gün lisan dersanesine Burcu'yu ablası götürdü. Direkt Nation'dan kalkan bir hatta binilip ara istasyonda aktarma yapılacak ve uzun koridorlar geçilip diğer hattan Pere Lachaise metrosuna binilecekti. Burcu'nun yolu öğrendiğine ikna olan  ablası ertesi gün Burcu'yu tek başına göndermeye karar verdi.
  O sabah evden ikisi beraber çıktılar. Ben evde kalıp yemek yapmak istiyordum. Burcu lisan dersinden dönüp yemek yiyip Konservatuara derse gidecekti. Ben mutfakta yemek işi ile uğraşırken birden telefonumuz çaldı. Bu arada söylemeyi unuttum  , eve telefon bağlattık. Sokaktan konuşmak , cep telefonu ile Türkiye ile konuşmak çok maliyetli oluyordu. Ben ilk defa çalan telefonu duyunca şaşırdım ve İstanbul arıyor diye koşarak açtım. Karşımda bir kadın Fransızca bir şeyler anlatıyordu. Ben anlamadığım bu konuşmaya sedece İngilizce konuşurmusunuz diye cevap veriyordum. Nihayyet İngilice konuşan biri aldı ve bana bir şeyler anlattı. Anladığım kadarı ile Metro idaresinden güvenlik arıyordu. Ben anlattıklarından pek bir şey anlamadım. Onlar yeteri kadar ingilizce bilmiyordu, ben Fransızca anlamıyordum. Tam biz telefonla konuşurken Ebru geldi. Allahtan bir şey unutmuş ve yoldan geri dönmüş. Sanırım bu bir mucize idi. Zira üniversiteye gidip akşam dönecekti. Benim elimden telefonu kapan Ebru Fransızca tamam, peki falan gibi sözler söyledikten sonra bir hışım çıktı gitti. Giderken bana sadece merak etme, mühim bir şey yok dedi.Takriben bir saat sonra Burcu ve Ebru geri döndü. İşin aslını o zaman öğrendik. Burcu sabah Nation metro istasyonuna gidip metroya binmek istemiş. Ana kalkış hattı olan iki taraflı peronda iki taraftada vagon varmış. Burcu bunlardan birine gidip oturmuş. Meğer kalkacak olan o değil karşı perondaki vagonmuş. Kalkacak olanın tarafında yukarda ok işareti yanıyormuş. Tabii bunu bilmeyen Burcu yanlış vagona binmiş. Meğer o vagon kör hatta çekilecekmiş. Tatil günlerinde bütün vagonları çalıştıran Metro İdaresi,  hafta içi günlerde bazı vagonları kör hatta çekerek atıl hale getiriyormuş. Burcu'nun bindiği ve kör hatta çekilecek vagon kapılarını kapatıp giderken birden bir kadın görevli içerde bir çocuk görmüş. Hemen alarm verip vagonu durdurmuşlar ve Burcu'yu indirmişler. Güvenlik görevlileri tarafından korkutulmadan, çocuk pedagojisine uygun bir şekilde diyaloga alınan Burcu yeterli Fransızca bilmediği için sadece evin telefon numarasını verebilmiş. İşte beni arayan telefon o imiş. Ebru kardeşini almaya gittiğinde çocuğu yalnız bıraktığı için sorumlu olduğunu ve bir daha tekerrür etmemesini rica etmişler. Burcu'ya o kadar güzel muamele etmişler ki sanırım Burcu'nun daha sonraki yıllarda Fransa sevgisi bu güvenden kaynaklandı. Burcu'ya limonata, kekler verip adeta bir misafir gibi, ağırlayan yetkililer Burcu'nun gönlünü alıp, o anda duyduğu korkuyu yok etmişler.
 Ben günlerce bu olayın etkisinde kaldım. Ya o kadın  görevli Burcu'yu vagonda görmeseydi ve vagon kör hatta çekilseydi. Vagon kör hattan çıkana kadar belki 2 gün biz Burcu'nun nerede olduğunu bilmeden herhalde kafayı yerdik. Ne yapardık. O çocuk orada aç , susuz, korkarak, karanlıkta ne yapardı.Belki de havasızlıktan. Şu anda bile düşünürken içim ürperiyor.
 Bu olay Burcu'ya o kadar iyi ders oldu ki bir daha metroya binerken çok dikkatlı işaretleri takip etti. Ben bu olayda yetkililerin sorumluluk duygusuna, iyi niyetine, kibarlığına hayran oldum. Fransa'da yaşarken ne kadar güvende olduğumu bir kez daha hissettim. Ne yazık ki kendi ülkemde bu güven duygusunu duyamıyorum ve gittikçe de kaybediyorum.

19 Mart 2013 Salı

Burcu ve Ebru Grenoble'ye gidiyor.

  Yukardaki resimde Burcu, Ebru, ben ve babası Fransa'da onları çok koruyan Coutier Ailesi ile Paris'te bir kafede gözüküyor. Coutier Ailesinden daha önce bahsetmiştim. Son anlattığım Grenoble masterclas yolculuğunda da Burcu ve Ebru Coutier'lerde kaldılar. Çocuklarıma hiç tanımadığımız bir ülkede bu kadar kol kanat geren bir aileyi sevgi ile anıyorum.
  Bir önceki yazımda Burcu ve Ebru'nun Grenoble'ya Madam Gazeau ile masterclass çalışması için 3 günlüğüne gittiğini ve bu süre zarfında benim Paris'te yalnız kaldığımı yazmıştım.Şimdi sizlere bu 3 günlük Paris maceramı anlatacağım.
  Burcu ve Ebru'yu yolcululadıktan sonra evde tek başıma bir süre oturdum ve düşündüm.Son günlerde çok hareketli bir yaşam sürmüştüm. Bu 3 günlük kafa dinlemenin bana da iyi geleceğini umuyordum.Koşturmasız, sakin 3 gün. Sanırım kafamı dinlemeye ihtiyacım vardı.
  İlk gün biraz evi yerleştirmek istedim. 35 metrekarelik evin yerleşmesinden ne olacak. Zaten dolaplarımız da monte edilmemişti. Dolayısı ile yerleşme maceram yarım saatte bitti. Biraz yemek yapayım dedim. Tek kişi idim ve çok yemek yapmama gerek yoktu. Zaten yalnızlıktan canım da bir şey istemiyordu. Televizyon seyredeyim dedim. Televizyon Fransızca idi ve sadece 6 kanal vardı. Ülkemizde ki kanal çokluğuna inat ,o zamanlar Paris'te sadece 6 kanal yayın yapıyordu. Hiç bir şey anlamadığım televizyonu bir süre seyrettim , sonra onu da kapattım. İçim yavaş yavaş burulmaya başlamıştı. Benim gibi konuşmaya alışmış biri için saatlerce sessiz durmak çok zordu. Evde telefon yoktu,kimseyi arayamıyordum. O zamanlar internet de yoktu. Oysaki şimdi internet sayesinde saatlerce kimse ile konuşmadan tek başıma yaşayabiliyorum. Yaşasın Teknoloji. Sıkılmaya başlamıştım. Evden çıkmaya da korkuyordum. Ya kapıyı açamazsam, paniği başlamıştı bende. Sanki kapıyı açamayacağım ve sokakta kalacağım. Hiç kimseyi tanımadığım bu şehirde ne yapardım ben o zaman. Genel de böyle panikli bir insan değildim ama nereden çıkmıştı bu panik. Evde gazete, dergi de yoktu. Yani Türkçe dergi ve gazete yoktu. Fransaya geldiğimiz günden beri Türkçe gazete okumamıştım ve televizyon seyretmemiştim. Daha sonraları Paris'te belirli semtlerde ki bunlar genelde Türklerin fazla olduğu bölgeler, Türkçe gazete satıldığını öğrendim. Gerçi satılan Türkçe gazeteler Almanya baskısı oluyordu ve sadece o bölgelerin haberlerini veriyordu. Bu gazete sorunu sonraları sevgili eşimin gayretleri ile bir güzel çözüldü. Eşim daha sonraki günlerde hergün bir gazete postalamayı alışkanlık edindi. Ancak bu şekilde hergün gazete okuyan ben geçmiş gün bile olsa Türkçe gazete okuma alışkanlığı yerine getirdim. Dediğim gibi bu savaş tüm ailenin elverdiği topyekün bir savaştı.
  O gün canım iyice sıkılmaya başlamıştı, Biraz kitap okuyayım dedim. Getirdiğimiz kitaplardan bir tane aldım ve okumaya başladım. çok acıklı geldi. İkinci kitabı aldım.Kapağına baktım ve birden gözlerim doldu ,ağlamaya başladım. İkinci aldığım kitap Ergun Hiçyılmaz'ın 'Beni Toprağıma Gömün.'adlı kitabı idi. Tam kitabı almışım okumak için.
  Kitap okuma işi de olmayınca erkenden uyuyayım dedim ve yatağımı hazırlayıp yattım. Yarın mutlaka bir şeyler düşünmem gerekti.Zira 3 gün bu odada bu şartlarda yaşarsam delirirdim.
  Ertesi sabah perdesiz pencereden odaya dolan Paris güneşi ile uyandım. Günlerden pazardı. Doğan güneş bana ümit vermişti. Bugün mutlaka çıkıp çevreyi tanımalı idim.  Ben Burcu ve Ebru ile beraberken daha cesurdum. Onlar yanımda olmayınca cesaretimi de kaybetmiştim. Kahvaltımı ettim. Çaydanlığımız olmadığından sıcak su ile poşet çay hazırladım. Zaten çaydanlığı da hemen hemen aylar sonra aldık. Zira Paris'te çaydanlık alacak yer bulamamıştık. Nereden bilebilirdik ki Strasburg St.Denis adlı semtte Türk bakkallarında herşeyi bulabileceğimizi.
  Kahvaltıdan sonra giyindim, kapımı kilitledim ve apartımandan çıktım. Bir çocuk masalı vardır hani, Küçük kız ormanda kayboılmamak için yollara işaret koyarak gider. Ben de onun gibi her geçtiğim yerden bir afiş, bir bina , bir iz belleyerek geçtim ve metro istasyonunu buldum. Bilet alanların yanına gidip kuyruğa girdim. Sanki yabancı olduğum alnımda yazılı imiş gibi Fransız durmaya gayret ediyordum. Hoş yabancı olduğum anlasalar ne olacaktı. Kanunen vizeli bir yabancı idim.
  Bildiğim iki kelime Fransızca ile 10 tanelik metro bileti aldım. Perona indim. Ebru ve Burcu ile az buçuk hatları öğrenmiştim. Şanzelize'ye çıkayım diye düşündüm. Zira direkt Nation'dan kalkıp en sona kadar giden ve son durak Şanzelize olan 6 nolu hattı biliyordum.Gelen metroya bindim. Hiç acele etmiyordum. Zira bir metro vagonu kalktığında diğeri perona giriyor. Yani bu kadar sık. Metronun ilk istasyonu olduğu için rahatlıkla pencere kenarına oturdum ve başladım istasyonları seyretmeye. Bir ara metro yer yüzüne çıktı. İşte o zaman çok memnun oldum. Merakla pencereden pazar günü sokaklarda gezen insanları, caddeleri seyretmek çok zevkli idi.
  Nihayyet metro son durağa Şanzelize'ye geldi. Herkesle birlikte indim ama bu istasyon çok büyük ve kalabalık bir istasyondu. Daha önce ki Fransa seyahatımızde bir kere gelmiştim. Bir sürü çıkışı olan , her çıkışı başka bir yola açılan bu istasyonda dönüşte yolumu nasıl bulacaktım. Her geçtiğim yeri aklıma kazıyarak uzun arayışlardan sonra yürüyen merdivenleri bulup yeryüzüne çıktım. Harika güneşli bir ağustos pazarı, herkes neşeli, gülüyor, konuşuyor. Caddede aşağı doğru yürümeye başladım. Caddenin her iki tarafı ünlü mağazalar, kafeler, restorantlar dolu idi. Karnım da acıkmaya başlamıştı.Satime baktım.Öğle yemeği saati çoktan gelmişti. Cebimde param vardı. İstediğim lokantaya girip yemek yiyebilirdim ama yeteri kadar Fransızca bilmiyordum. O anda yürürken Mc Donalds'ı gördüm.Birden çok eski bir tanıdığa rastlamış gibi sevindim. Hemen girip bir hamburger yedim. Sanırım bu ben de bir alışkanlık yaptı. Geçenlerde Bodrumda Turgutreis'de idim. Orada evim var yani yerlisiyim. Bir iş için çarşıya indim. Öğle saati oldu. Karnım acıktı. Pidemi yiyeyim, balık mı yiyeyim , köfte mi derken birden Mc Donaldsı gördüm, hemen girip hamburger yedim, çocuklar gibi. Bu bana Paris günlerimden kalan bir alışkanlık anlayacağınız.
  O gün Şanzelize'de karnımı doyurduktan sonra gene yürüdüm. O gün Fransızlar gibi yaptığım tek şey. caddedeki şık kafelerden birinde bir Cafe Noir içmek oldu. Zira bir tek onun adını doğru söylüyordum.
  Akşam üzeri gene biraktığım izleri takip ederek evimin yolunu bulmaya çalışırken epey heyecanlandım ama bu bana iyi bir deneyim olmuştu. Eve döndüğümde biraz dinlenmiş, daha kendine güvenli ve daha mutlu idim. Yarın daha başka keşifler yapmam gerekti.

18 Mart 2013 Pazartesi

Evimizde yaşamaya başlıyoruz.

  Bugünkü yazıma kaldığımız yerden başlamadan önce yukardaki resmi açıklamak istiyorum. Burcu, Ebru ve bu apartımanı tutmamızda büyük yardımı dokunmuş olan 6. kat komşumuz Nathaly Paris'teki evimizde .....
  Bir önceki yazımda en gerekli eşyaları aldığımızı ve bu eşyaların teslimi için o geceyi Ebru ile boş evde geçirdiğimizi anlatmıştım.Ertesi gün eşyalarımız geldi ama sadece yatağımız kuruldu. Onun haricinde demonte mobilyalara montaj hizmeti istemediğimiz için onlar ambalajları içinde evin bir köşesine kondu.
  Buzdolabımızı yerine koyduk ve fişini taktık, çalıştırmaya başladık, yataklarımız vardı. Ocağımız vardı.Kısacası artık evimizde yaşamaya başlayabilirdik. Evimizde perde yoktu ama zaten 11 katta olduğumuzdan ve önümüzde bina olmadığı için bizi görecek kimse yoktu. Bu arada Ebru bir koşu Paris'teki elektirik idaresine gidip elektriği de kendi üstüne açtırmıştı. Halojenli lambamız da vardı. Kısacası evimiz hemen hemen hazırdı.
  Şimdi sıra Home Modern'den buraya bir an önce taşınmaktaydı. Zira Burcu ve Ebru 1 gün sonra Gronoble'de Madam Gazeau'nun bir masterclasına katılmak üzere 3 günlüğüne şehir dışına çıkacaklardı.Bu süre içinde ben Paris'te yalnız kalacaktım. Bir an önce kendimizi yeni evimize atarsak, ben daha güvenli hissedecektim kendimi. Hiç tanımadığım, dilini bilmediğim ve kimseyi tanımadığım bu şehirde yepyeni bir evde yalnız başıma 3 gün. İnsan amaçları uğruna nelere katlanıyor.
  Bugün 18 mart Çanakkale zaferinin 98 yıldönümü. Şu anda o savaşta ve daha sonra Kurtuluş savaşında şehit olmuş ve bu ülkenin bağımsızlığını bizlere bahşetmiş olan aziz şehitlerimizi ve Aziz Atamızı hayırla yad ediyorum. Yaşamımın her döneminde karşılaştığım her türlü zorlukta onları hatırladım ve o güçle , onların torunları olmanın verdiği güçle bu savaşa katlandım.
  Sen deli misin. senin mücadelenle, Çanakkale savaşının benzerliği ne diyeceksiniz. Evet onlar ülkelerini korumak gibi meşru bir sebeple bu mücadeleyi kanları bahasına gerçekleştirdiler ve bunu gerçekleştirirken kazanacaklarına inandılar, bir an bile şüphe etmediler. Tek benzerliğimiz bu. Ben de bu savaşa girerken inandım ve kazanacağımızdan bir an bile şüphe etmedim. Hem ben onlardan çok daha şanslı idi. Onların bana sağladığı özgürlük, kendine güven , mantık benim savaşımı kazanmama yardımcı oldu.
  Gelelim Paris'teki evimize. Burcu'yu onun kemanını, notalarını , İstanbul'dan getirdiğimiz eşyaları metro vasıtası ile Nation'daki yeni evimize taşırken epey zorlandık. Şehirde yeni olduğumuz için taksi nasıl çağırılır bilmiyorduk. Bizim ülkemizdeki gibi sokaklarda dolaşan ve istediğin an el edip çağıracağın bir taksi sistemi yoktu bu şehirde. Telsiz  taksi denen bir sistemle, telefonla aradığın şirketler senin bulunduğun bölgeye taksi yönlendiriyordu. Tabii biz bunu daha sonra öğrendik.
  Evimizde ilk gecemiz çok eğlenceli geçti. Yakında bulunan ve daha sonra tüm alışverişlerimizi oradan yapacağımız Cazino Marketten aldığım malzeme ile hazırladığım yemeği, perdesiz penceremizin önünde gece Paris'in ışıklarını seyrederek yedik, gene gökyüzünün ışıklarını seyrederek yatıp uyuduk. Evimiz rahattı. Her türlü acil gereksinimler düşünülmüştü. Ama Türkiye'deki apartımanlardaki gibi sabah gazete, ekmek getiren , akşam çöp toplayan kapıcı sistemi yoktu. Sitedeki kapıcı, onların söyleyişi ile gardiyan ve ekibi, temizlik, güvenlik, posta dağıtımı gibi işleri organize ediyordu. Ekmek ve gazeteyi kendimiz almak, çöpü de mutfaktaki bölümden belirli kurallar çerçevesinde aşağı genel çöpe atmak zorunda idik.
  Ertesi gün Burcu ve Ebru hazırlandılar ve trenle Grenoble'ye gitmek amacı ile Gara gitmek üzere benimle vedalaşıp evden ayrıldılar. 3 gün ayrı idik. Tek cep telefonumuzu onlara daha gerekli olduğu için çocukların yanına vermiştim. Benim telefonum yoktu. Ebru bana sokaktaki genel telefonlardan kredi kartı ile nasıl telefon edeceğimi öğretti ,ama kredi kartımı da kaptırmamamı sıkı sıkı tembih etti. Ebru benden daha tecrübeli idi bu şehirde, herşeyden önce Fransızların dilini iyi biliyordu. Şimdi o anne ben çocuk olmuştum. Beni eğitiyordu. Marketin yerini biliyordum. Metro istasyonunu ve bilet almayı biliyordum. Evde Fransız televizyonumuz vardı. Herşeyden önce param vardı. Bu da çok büyük bir güvence. Kahveye gidip kahve isteyecek. markette alışveriş yapacak kadar acil Fransızca bilgim vardı. Tamam 3 gün yalnız kalabilirdim bu şehirde.
 Bu 3 günlük Paris maceramı bir sonraki yazımda anlatacağım.

15 Mart 2013 Cuma

Eşyalarımızı Satın Alıyoruz.

 Evimizi kiralamıştık. Şimdi sıra o ev için gerekli eşyaları almakta idi. Ülkemizdeki İkea , Koçtaş gibi uygun fiata mobilya satan büyük mağazaları seçmek zorunda idik. Hem ekonomik olması hem de ergonomik olması açısından bu daha doğru bir seçimdi. Arabamız olmadığı için mağaza seçimini Paris içinden yapmak zorunda idik. Araştırmalarımız sonunda Conforoma adlı bir mağazayı bulduk.Burcu'yu kaldığımız Home Modern'de kemanı ile başbaşa bırakıp Ebru ile Conforoma'ya gittik.Evimiz bir stüdyo olduğu için gece yatak, gündüz kanepe olacak mobilyaları seçmek zorunda idik. Fiatlar mağazada çok makuldu.Öncelikle klıkklak denen gündüz kanepe, gece iki kişilk yatak olan bir mobilya seçtik.İsmi açılırken çıkardığı sesten dolayı klikklak diye anılıyordu.Hadi Burcu ile Ebru bu kanepede yatacaklardı ama sık sık ben geleceğime göre bana da bir yatak lazımdı. Minderlerden oluşan  İkili bir koltuk gece yatak olarak da kullanılabiliyordu. Küçük portatif bir masa, 4 tane açılan portatif tahta sandalye, Üzerine televizyon koyabileceğimiz, çekmece ve gözlerini de evdeki gereksinimlerin toparlanmasında kullanacağımız bir büfe, Ebru'ya çalışma masası, Özel eşyalarımızı için bir dolap öncelikle Conforoma'da seçtiğimiz mobilyalardı.Bunları seçip  satın alma bölümüne geldiğmizde malesef öğrendiklerimiz pek hoşumuza gitmedi.
 Şimdi anlattıklarımı okuyan kişilere bu konular iç yabancı gelmeyecektir. Zira artık ülkemizde de bu tür mobilya satışı fazlası ile yaygın ve toplumumuza yerleşti. Satın alma departmanında aldığımız eşyaların demonte olarak teslim edildiği ve nakliye ve montaj için ayrıca ücret istendiğini öğrendik.Sene 1996 ve ben bu tür mobilya satışına pek alışkın değilim. Ayrıca mobilyalar oldukça ucuz ama nakliye ve montaj ücreti mobilyanın fiatından daha fazla.Bir hesap yaptık .Bu maddi külfetin altından kalkmamız çok zordu. Öncelikle eşyaları alalım ve en acil olan yatak falan gibi eşyaları montaj yaptıralım , diğer mobilyaları sonra düşünürüz diye düşündük.Satış işlemimizi yaptıktan ertesi gün kanepenin montajı için randevu aldıktan sonra mağazadan ayrıldık.Ertesi gün ki malesef net bir saat vermemişlerdi,aldıklarımız eve teslim edilecek ve kanepe montajı yapılacaktı.Biz önce yatacak yerimizi halledelim,nasılsa evde gömme dolap var. o şimdilik işimizi görür diye düşünüyorduk.
  Bu alışverişten sonra ki epey bir ödeme yapmıştık,evin beyaz eşyasını almak üzere Darty mağazasına gittik. O zamanlar ülkemizde Darty mağazası açılmamıştı. Bu kadar beyaz eşya , elektronik eşyanın satıldığı mağazayı görünce şaşırdım.Şimdilerde televizyonlarda dönen bir reklam var. Teknosa'nın reklamı. Önceleri bu tür büyük mağazalar açılmadan küçük mağazalardan yaptığımız beyaz eşya, elektronik eşya satışlarını mizahı yönü ile anlatan bir reklam. Her  seyredişimde Paris'te Draty mağazasını ,ilk görüşümdeki halim aklıma geliyor.Ne büyük lüks, bütün ürünleri, modelleri bir arada görmek ve seçebilmek. Hele şimdi internet üzerinden de araştırma yapabiliyorsunuz.Bu büyük Mağazaların internet siteleri bütün ürünleri gösteriyor.Evinizden çıkmadan, oturduğunuz yerden istediğniz ürünü seçebiliyor ve görebiliyorsunuz.
 Darty mağazasından set aldı büro tipi bir buzdolabı,ikili bir elektirk ocağı,bir küçük elektrik süpürgesi ve 37 ekran bir televizyon aldık.Buzdolabını nakliye için yazdırdırdık ve elektirik ocağımızı, süpürgemizi elimize alıp Darty'den çıktık.Bu arada beyaz eşyalar eksik diyeceksiniz. Mutfak küçük olduğu için bulaşık makinesi koyacak yer yoktu. Ben 7 yıl süresince orada elde bulaşık yıkadım. Çamaşır makinesi almadık.Zira Paris'te her sokakta bir çamaşır evi var. En az 10 çamaşır makinesinin ve kurutma makinesinin bulunduğu bu yerlere gelen kişiler evden getirdikleri çamaşırlarını makinelere jeton atarak yıkayabiliyorlar. Çok pratik olan bu sistem Fransa'da çok kullanılıyor.Elektrik süpürgesi gerekli idi,çünkü ev halı döşeli idi. Ev de yemek pişirmek için ikili elektrikli ocak almıştık.Çünkü Paris içinde likit gaz kullanımı yasak olduğundan herkes evlerinde elektrikli ocak kullanıyordu.
  Öncelikle ilk günler gereksinimlerimizi karşılayacak bu aletleri aldıktan sonra sıra küçük ev aletlerine, mutfak gereçlerine, yorgan, yastık gibi eşyaların alımına gelmişti.Paris'te herşeyin satıldığı ve her semtte bulunan mağazalar bu alışverişler için çok uygundu. Önce eve taşınıp sonra eksikleri tamamlarız diye düşünüyorduk.
 Ertesi sabah Conforoma'dan gelecekler eşyalarımızı  teslim edecekler ve yatak kanepemizin montajı yapılacaktı. Sabah 8 den itibaren gelebilirlerdi. Biz de Ebru ile yeni evimize gidip geceyi orada geçirmek ve ertesi sabah çok erkenden yollara düşmemek istedik.Burcu'yu  gece  Home Modernde bırakıp biz kalmak üzere yeni eve geçtik. Düşünebiliyormusunuz 14 yaşında bir çocuk ve yapayalnız hiç tanımadığı bir mekanda  gece kalıyor.Burcu'nun tek dayanağı elimizdeki tek cep telefonunu ona bırakmamızdı.Bizim yanımızda telefonumuz yoktu ama sokaklarda umumi telefon kulübesi çoktu. Bu arada bir sorun daha vardı.Evde yatak, yastık, ocak falan yoktu. Yerde halının üstünde yatarız,hava da yaz nasılsa üşümeyiz diye düşündük.Yanımıza gece veya sabah acıkırsak diye bir kaç kuruvasan, çikolata falan gibi ufak bazı gıda maddelerini de alarak gece yeni eve gitik. Ertesi sabah eşyalarımız gelecekti.O gece niye Ebru ile bareber gittiniz ,Ebru tek başına gitseydı diye düşünebilirsiniz.Bu şartlarda bana en çok ihtıyacı olan Ebru idi.Burcu daha güvenli ve konforlu bir mekanda idi. Ebru'yu yalnız bırakmaya içim elvermedi.
 O geceyi boş evde halı üzerinde uyuyarak, sabaha karşı üşüyünce hırkalarımızı üstümüze örterek, ertesi sabah kahvaltı olarak bir kruvasanı bölüşerek, çay yerine yanımızdaki şeftalıyı paylaşarak geçirdik.Burcu ise Home Modern'de korku içinde uyumadan gece geçirmiş.İstanbul'daki babamız ise her saat başı Burcu'yu cep telefonundan arayarak güç vermiş.
  İşte bu böyle bir savaştı. Amaca ulaşmak için her türlü zorluğun göze alındığı, bir an bile of denilmenin hak olmadığı, ülkeler arası aynı amaç için yüreği çarpan aile bireylerinin sürekli destek olunduğu bir savaştı bu.
 Ve biz sonunda yıllar sonra bu savaştan galip çıktık.