Hürriyet

27 Nisan 2013 Cumartesi

Silkelenmem ve kurtulmamız gerekiyordu.

Burcu Pariste bir Orchestra konserinde gözüyor yukardaki resimde.
 Paris'te Burcu Göker ile başlayacak yeni ders yılımızı anlatmaya devam ediyorum.Burcu ile Paris'e geldiğimizde ikimiz de bir garip ruh hali içinde idik. Burcu ilk yıl ablası ile geçirdiği Paris tecrübesinden sonra benimle yaşayacağı gelecek günler için kaygı içinde idi. Zira ben ablası gibi Fransızcaya çok hakim değil hatta hiç bilmiyordum. Bu şekilde Burcu'ya ablası gibi yardımcı olamayacaktım. Burcu okuldaki, Paris'teki sorunları kendi halletmek durumunda kalacaktı. Hatta o benden daha iyi Fransızca bildiği için bana da yardım etmek zorunda kalacaktı. Bütün bu sorumluluklar, az tanıdığı bir yabancı ülkede, yabancı şehirde annesinin sorumluluğunu da yüklenerek bir yaşama başlamak 15 yaşındaki bir çocuğu baskı altına alabiliyordu. Bütün bu baskılar Burcu'nun midesini daha da hassas yapmış ve adeta yemek yiyemez bir hale gelmişti.Zaten daha İstanbul'da Paris'e gelmeden once  mide rahatsızlığı  geçirmiş, yapılan tetkikler, rontgenler ,tahliller sonucunda olayın tamamen psikolojik olduğu anlaşılmıştı. En son doktor Burcu'ya 'Yüzde yüz Düşünce Gücü ' adlı bit kitap vererek bütün sorunlarını kafasının içinde kendi halledeceğini söylemişti
  Bir anda çok sevdiği, güvendiği ablasından uzak kalmak, onun desteğinin yokluğu Burcu'yu iyice yıpratmıştı. Ben ise Türkiye'de evimi, eşimi, arkadaşlarımı, kısacası yaşımın gerektirdiği yaşamı bırakıp genç bir öğrenci gibi hesaplı, imkanları kısıtlı bir öğrenci yaşamı sürmeye gelmiştim Paris'e. Benim gibi 50 yaşını geçmiş, bir takım lüks alışkanlıkları olan bir kadın için zor bir yaşamdı.Paris'te kimseyi tanımıyordum. Ev çok küçüktü. Hatta bir önceki yıl Paris'e turistik gezi için gelmiş çocukluk arkadaşlarımdan biri Burcu ile Ebru'yu evlerinde ziyaret etmiş ve bu küçük evi gören arkadaşım 'Benim tanıdığım Oya , bu evde 1 saat yaşayamaz .'diye fikrini söylemişti.İşte ben bu evde tam 6 yıl Burcu ile birlikte yaşadım.
  İkimiz de gelecek günlerde yaşayacağımız zorlukların bilincinde endişeli bir şekilde Paris'e geldik.Sanırım bu yıl geçen yıldan çok daha zor olacaktı.Burcu'yu yoğun bir müzik ve Fransızca eğitimi bekliyordu bu yıl.Ayrıca bir çok sınava da girecekti. Resital, oda müziği ve Orkestra konserleri de olacaktı bir dizi. Ayrıca Fransa ve Paris'te yaşamının getirdiği bir dizi bürokratik sorun da vardı halledilecek. Kısacası ne yapacağımızı bilmeden zorlu bir yola girmiştik. Bir yandan bizi yarı yolda bıraktığı için büyük kızıma kızıyor, bir yandan da onun  yaşamını yaşama hakkıni elinden almamın imkansız olduğunu düşünüyordum.Tabii o da yaşamını istediği gibi düzenleyecekti. Kardeşinin daha kaç yıl tercümanlığını, dadılığını yapabilirdi.
  Paris'teki ilk günlerimiz çok mahzun geçti. Ben çok sıkılıyordum. Eşimden, Türkiye'den uzak olmak bana iyice dokunmuştu. Geçen yıl da burada uzun sureli kalmıştım ama o zaman yanımda Ebru vardı, her konuda bana yardımcı oluyordu. Ayrıca uzun sürede kalsam bir sure  sonra ülkeme  dönecek olmanın ümidi beni mutlu ediyordu. Şimdi ise yaz tatiline kadar ülkeme gitme ümidim yoktu. Ayrıca 3 aylık geçici vize ile gelmiştim. Bu sürede oturum iznimi almam gerekiyordu. Ben bu Fransızca bimeyen halimle Prefecture De Polisde bu oturum işini nasıl halledecektim.Aralık ayına kadar sürem vardı. Tabii bu oturumu almadan yurt dışına çıkamayacağımı da sanıyordum. Hakikaten bir ülkede yabancı olmak, oranın kanunlarını , dilini bilmemek cok acı.
 11 Eylülde Burcu Konservatuardaki eğitimine, 14 Eylülde de Fransızca eğitimine başladı.Ben de günlerimi alışveriş için Market ziyaretleri ve ev işleri ile geçirmeye başlamıştım.Küçücük evin işinden ne olacak. Benim mutlaka yaşamımı daha eğlenceli bir hale getirmem gerekiyordu. Yoksa burada kimse ile konuşmadan, boş boş oturup ruhsal hasta olurdum. Burcu akşama kadar yoğun eğitim gördüğü için akşam eve yorgun geliyor ve ancak uyuyordu. Evde Türkçe televizyon yoktu ve ben dil bilmediğim için nasıl bağlanacağını da kimseye soramıyordum. Çünkü kimseyi tanımıyordum.Bu arada Burcu'nun mide rahatsızlığı iyice artmıştı. Sabah kalkıp kahvaltıya oturduğu zaman hemen kusmaya başlıyordu. Adeta aneksoriya olmuş gibi idi. Sabah kalkmadan yattığı yerde tuzlu kraker türü bir şeyler veriyor ve midesini bastırıp öyle kaldırıyordum. Durumumuz çok içler acısı idi. Tek dayanağımız evdeki telefondan bize ulaşan Türkiye'deki eşim idi. Eşim her akşam telefon ediyor ve saatlerce konuşuyorduk. Fransa Türkiye arası telefon ücretleri dikkate alınırsa masrafımızı düşünün.Bir sene her ay 3000 frank telefon faturası ödedik. Eşim Türkiye'de ben ve Burcu Paris'te bu zorlu günleri geçirmeye çalışıyorduk. Benim oturum almam için verilen sure bittecekti ve ben oturum nasıl alınır , onu da bilmıyordum.Günlerce gecelerce endişe içinde ne yapacağımı , bu hendikaptan nasıl çıkacağımı düşündüm.Bu şehirde bu şartlarda yaşamam imkansızdı. Geceleri uykularım kaçtı. Burcu okula gittiği zaman çoğu kere ağladım çaresizliğimden.Burcu'ya defalarca yalvardım dönelim ülkemize diye. Bu bir yenilgi değildi. O daha çok küçüktü.Türkiye'de bir Konservatuarın lisans bölümünde eğitime başlardı. Hem bir yıl Fransızca eğitimi yapmış ve Fransızcayı epey öğrenmişti. Bu onun için bir artı idi.Zaten Bilkent'te gelmesi konusunda İhsan Doğramacı Bey geçen yıl epey ısrar etmişti.
 Burcu nuh diyor başka bir şey demiyordu. Hayır dönemezdik. Burcu burada kalıp eğitimine devam etmek istiyordu.Ben ise onu burada bırakıp ülkeme dönemezdim.Anneliğimin yüklediği sorumlulukların ötesinde Fransa Hükümetinin kanuni mecburiyeti vardı.
  Bütün bunları düşününce benim silkelenip yeniden yapılanmam ve bu durumu lehime çevirmem gerekiyordu. Çocuğum için, onun sağlığı ve istikbalı için, kendim için, Türkiye'de bizi endişe ile izleyen benden daha evhamlı eşim için silkelenmem ve kurtulmam gerekiyordu bu karabasandan.
 Kurtuldum, kurtulduk. Bu kurtuluş hikayesini anlatmaya gelecek yazımda başlayacağım.

26 Nisan 2013 Cuma

Paris Günlerimiz başlamadan önce

 Ağustos 1997 de Sion'dan döndükten bir kaç gün sonra Burcu ile Paris'e hareket ettik. Benim bu sefer gidişim turistik değil uzun sureli yerleşim amacı ile gidişti.İstanbul  Fransız Konsolosluğundan aldığım üç aylık vizemin bitiş tarihine kadar Paris'te yerleşim kartımı yani Carte de sejurumu almak zorunda idim. Ancak o şekilde Fransa'da Burcu ile yasal olarak oturabilirdim.
 11 Eylül 1997 günü Burcu Göker Paris 12. Bölgedeki Paul Dukas Belediye Konservatuarında müzik eğitimine, 14 Eylül 1997 günü de Paris Ecole Des Rocher Languas'te yoğun Fransızca eğitimine başlayacaktı.Bu sebepten Sion dönüşü bizim çok beklemeden Paris'e hareket etmemiz gerekiyordu.
  Paris'e hareket etmeden Sion dönüşü İstanbul'da günlüğüme yazdığım bir endişemi  sizlerle paylaşmak istiyorum.
  20 Ağustos 1997 Çarşamba.Saat 11.00 İstanbul'da evdeyim.Kapalı bir sonbahar günü sanki.Hava serin ve kapalı, Zaten benim de içim kapalı aynen hava gibi.Pazar günü Sion'dan döndük.Concour'u sonuna kadar izledim.Arolla, Vercorin, ve Sion'da olmak üzere 3 büyük konsere katıldık ,çok olumlu tepkiler aldık ,Madam Gazeau ile çok verimli çalışmalar yaptık.
 Diyeceksiniz ki bu kadar olumlu çalışmadan, konserden sonra neden hala mutsuz ve karamsarsın diye. Concour'u izledikten sonra ne denli dipsiz bir kuyu da olduğumuzu bir kez daha anladım.Sanat eğitimi,özellikle müzik eğitimi bir dipsiz kuyu.
  Concourdaki yarışmacılar gerçi hepsi Burcu'dan yaşça çok büyüktü,çok iyi idiler.Herbiri birer solist gibi çalıyordu.Ben bir ara fazladan çalarken akrobosi falan yapacaklarını düşünmeye başladım.Çünkü aralarında hiçbir fark yoktu ve seçim çok zordu.Sonunda Macar Kemancı birinci, Romen ikinci, Amerikalı üçüncü oldu.O zaman düşündüm. Bizim bunların arasında şansımız nedir.Bazen çok ümitleniyorum, bazen de büyük bir ümitsizliğe düşüyorum.
  İstanbul'da müzik eğitiminde çok vakit kaybettik.Dünyanın bir çok ülkesinden gelen müziksiyenleri inceledim.Hepsi 3-4 yaşında müzik eğitimine başlamış, çok iyi hocalarla çok yoğun eğitim görmüşler.Burcu 8 yaşında kemana başladı, İstanbul Üniversitesinde çok iyi ve yoğun bir eğitim gördüğü söylenemez.Az ders yaptı, hocalar çok yeterli değildi ve şahsi hırsların,kaprislerin içinde kaldı.Türkiye'deki yetersiz eğitimciler onu Cadılar Kulesine hapsetti.Paris'e gelince çıkabildi mi. Bazen çıkabildiğini bazen de hala Cadılar Kulesinin penceresinden baktığını zannediyorum.İşimiz çok zor. Tanrı bize yardım etsin.Paris'e gelerek yapabileceğimiz en iyi seçimi yaptığımıza inanıyorum.Ama gene de ulaşmak istediğimiz yerin hala çok uzaklarda ve hayal olduğunu görüyorum.Çok uzağa ulaşmayı planlıyoruz.Merhale merhale ulaşabiliriz belki.
 Ağustos 1997 de Paris'e gitmeden karamsar bir havada karamsar ruh hali ile yazdığım bu yazıyı okuyunca nasıl o günleri atlattığımızı ve bugünlere , başarılara,Amerika'da Kemanın genç Divası ünvanına nasıl ulaştığımızı düşündüm. Çok uzun bir yol geçtik, Burcu çok çalıştı, çok mücadele etti ve sonunda Sion'daki Concour'da izlediğim yarışmacılardan çok daha yüksek yerlere çıkmayı başardı. Demekki hiçbir şey imkansız değil. Kişi istediği yere mutlaka ulaşıyor, yeterki istesin ve çalışsın.
 Gelelim Paris günlerimize. Paris'e ilk geldiğim günlerde bu küçücük evde bir gün bile yaşayamayacağımı düşünüyordum. 35 mertekare bir stüdyo İstanbul'daki kocaman evimden, lüks yaşamımdan öylesine uzaktı ki. Burcu Paris'e alışmaya başlamıştıi need olsa onun ikinci senesi idi, ama ben burada yaşama nasıl alışacaktım.
İsterseniz Burcu'nun ve benim beraber ilk yılımızdaki sorunlarımızı ve bunları nasıl hallettiğimiz bir sonra ki yazımda yazayım.
 

24 Nisan 2013 Çarşamba

Sion'daki Konserler

 Sion'da Burcu bir kafede dinlenirken.
 Sion'daki Konserlerimizi anlatmaya bir kaçgün ara vermek zorunda kaldım. Şu anda Bodrum'da kuş cıvıltıları ,harika çiçek kokuları arasında kaldığım yerden devam edeceğim.
 O yıl Sion'da bir çok konser verdik. Bu konserlerden üç tanesinden bahsedeceğim.İlk bahsedeceğim konser 8 Ağustos günü Vercorin kilisesinde gerçekleşen konser olacak.Bu tür festivallerde şehir merkezinde, masterclass binasında yapılan konserlerden başka yakın yerleşim alanlarında da konserler tertip ediliyor ve bu şekilde yakın bölgelerde yaşayan halka da müzik ile ulaşma ve tanıtım imkanı oluyor. Genellikle bu civar konserleri kiliselerde, sanat merkezlerinde ve otellerde yapılıyor. Otellerde yapılan konserlerle de o bölgelere gezme amacı ile gelmiş turistlere de tanıtım imkanı olabiliyor.
  Vercorin Kilisesi konserinde Burcu Göker ve Hyum Hwa J.M.Leclair'in İki Keman için Sonatını 4 bölüm olarak çaldılar. Gerçekten bu güzel eser o gece konserde büyük beğeni aldı .Konser sonunda tebrikler sırasında dinleyiciler bröşürde Burcu Göker ismi yanında Tr kelimesinden bir şey anlamadıkları için Burcu'nun orijinini sormak amacı ile kuyruğa girmişlerdi neredeyse. Hyum Hwa'nın orijini çekik hözlerinden ve tipinden belli idi ama tam bir Batılı tipindeki Burcu'nun orijinini anlayamamıştı dinleyici.Burcu'nun Türk olduğunu duyunca daha bir şaşırdılar. Onlar Türk insanını daha koyu tenli, siyah saçlı tanıyorlardı. Karşılarında gördükleri sarışın,ufak tefek bu kız kafalarındaki Türk imajına pek uymuyordu.
  Konserden sonra hepimiz otobüsümüze bindik. Bu arada belirteyim.Konserde yalnız Burcu ve Hyum Hwa değil, masterclassa katılan başka öğrenciler de çeşitli eserler seslendirdirler. Festival komitesi bu konserlere ulaşım için bizlere bir de otobüs tahsis etmişti.Konserden sonra otobüsümüze bindik dedim ama binmemizle inmemiz bir oldu.Kilisenin bulunduğu yerleşim yerinin meydanında otobüsten indik. Ben ne olacak diye bakınırken şehir meydanına konulmuş uzun masaları gördüm.Masalar beyaz örtüler ile örtülü idi ve üzerlerinde sadece şarap kadehleri vardı. Hepimiz sırası ile masaların çevresindeki sandalyelere oturduk. Bu arada bizimle birlikte o şehir yerleşenleri ve ileri gelenleri olduğunu tahmin ettiğim bir dizi insan da masalara oturdu. Masaların üstünde renk renk fenerler asılmış , meydan süslenmişti. Sanırım bütün hazırlık bizim için yapılmıştı.Masalara oturup sohbet başlayınca yerel giysiler giymiş genç kızlar gallon gallon şaraplar, üstü çeşit çeşit peynir, jambon, salam olan tepsiler taşımaya başladılar. Sırası ile şarap galonları, peynir ve jambon tepsileri masanın başında oturan kişiye verildi. O da bardağını şarap doldurup , bir dilim peynir bir dilim jambonu ekmeğinin üstüne koyup sarap galonunu , peynir ve jambon tepsisini yanındakine aktardı.Bu arada galiba söylemeyi unuttum. Masaya sıcacık köy ekmeklerinin olduğu sepetler de konmuştu.Şarap, jambon ve peynir elden ele geçerek bütün masayı dolaştı ve tekrar başa döndü. Bütün gece bu seramoni böyle dönerek devam etti. Biten galonlar, tepsiler dolu olan diğerleri  ile değiştirildi ama sirkülasyon hiç durmadı. Galon ve tepsiler döndükçe sohbet de koyulaştıkça koyulaştı. Resimler çekildi. Arada kemanlar açıldı, ufak halk şarkıları çalındı. İnanılmaz güzel bu gece gece yarısından sonraya kadar devam etti. Ben uzun zaman bu güzel ve samimi topluluğun etkisinden kurtulamadım.
  Bundan sonraki ikinci konser 12 Ağustos günü Otel Kurhaus'ta idi. Bu sefer konser vereceğimiz otel Sion'a biraz daha uzak ve dağlar tepesinde idi.O gün konser için biraz daha erken çıktık. Ne de olsa yolumuz daha uzaktı.Otobüsle giderken dağ yollarında o kadar korktum ki anlatamam. kıvrılarak çıkan dağ yollarında otobüsün bir tekeri sanki açıkta gidiyordu. Yüreğim ağzımda, kafamın içinde çeşitli kaza senaryoları yazarak nihayyet konser vereceğimiz dağ oteline vardık. Otel çok güzeldi ve manzara harika idi.Ben buralar kimse gelmez derken konser salonundaki kalabalığı görünce şaşırdım. Dünyanın bir çok ülkesinden bu kadar uzaklara turist olarak gelmiş çeşitli yaş grubundaki kişiler, adını çok duydukları Tibor Varga Festivalinin onlara konser vermek için bu kadar yolu kat edip gelen sanatçılarını dinlemek üzere toplanmışlardı.
  Konser gene çok başarılı geçti. Gene daha önceki konserlerdeki gibi Burcu'nun orijini soruldu. Gene konser sonrası tebrikler, kutlamalar oldu. Konserin sonunda otel yönetimi, harika bir ağırlama hazırlamıştı. Gene yenildi, içildi. Bir ara otobüsümüzün şöförünü gördüm.Göbekli , kırmızı suratlı, tam bir İsviçre köylüsü olan Şöförümüz elinde kadeh durmadan içiyordu. Birden içime bir ateş düştü.Gelirken yolun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırladım. Adam içmeden zor gelmiştik. Dönerken bu kadar içmeye karşın nasıl gidecektik. Tabii hemen öğretmenlik damarım tuttu ve şöförün yanına gidip çok içmemesini, yolun çok tehlikeli olduğunu çok cici bir dille anlatmaya çalıştım. Aldığım cevap çok komiktı. Şöför bana.'Otobüs yolu biliyor,merak etmeyin,salimen gideriz.'diyordu. Benim de herkes gibi içmekten başka çarem yoktu. Ancak o şekilde bu duruma katlanabilirdim.
  Dönerken ben de onlar kadar olmasa bile bir kaç kadeh içtiğim için yolun tehlikesi konusunda rahattım. Nasılsa otobüs yolu biliyordu.Otobüs tehlikeli yolda ilerlerken içindekilerde bir şarkı tuttumuşlar, hep bir ağızdan söylüyorlardı. Birden müzik bana hiç yabancı gelmedi. Başparmağım, başparmağım neredesin diye söylenen çocuk şarkısı idi söyledikleri . Bağıra çağıra söylenen bu şarkıya ben de kendi dilimde katılmak istedim. Düşünebiliyormusunuz Fransızca söylenen  bir şarkıya Türkçe sözlerle katılındığını. Ben söylemeye başlayınca bir sure sonra  herkesin sustuğunu ve beni dinlediğini fark ettim. Otobüstekiler şaşırmıştı. Aynı müzik ve başka dilde sözler. Ben şarkıyı kesmedim,sonuna kadar Türkçe devam ettim.Şarkı bittiğinde kopan alkış ve bravo sesleri benim içindi. Şarkım, cesaretim. samimiyetim onları büyülemişti.
  O gece o şarkıya katılmamın  yaratığı güzel samimiyet duygusu bütün kurs süresince devam etti. İnanılmaz bir sevgi doğmuştu aramızda.
  Üçüncü Konser 15 Ağustos günü Sion'da Salle Des Archets'de idi.Bu sefer Burcu tek olarak Kreisler  Gitane çalıyordu. İnanılmaz güzel bir konser oldu. Aldığımız övgüler inanılmazdı.
 Bu arada Concourlar devam ediyordu. Bir sonraki yazımda onları anlatacağım.

19 Nisan 2013 Cuma

Sion Günlükleri


  Yukardaki resimlerde Burcu Göker Sion'da arkadaşları ile gözüküyor.
 Kaldığımız yerden Sion Günlüklerime devam ediyorum.
   7 Ağustos saat.10.35 Parktayım.Burcu odada çalışıyor. Zaten hep gittiğimiz yerlerde benim payıma gezmek, Burcu'nun payına ise otel odasında kalıp çalışmak düşüyor. Şu anda düşünüyorum da. Bu olay bugüne kadar hep böyle devam etti. Ben Burcu sayesinde birçok şehir, ülke gördüm .Burcu ise bir çok otel odası gördü.Bugün hava kapalı,etrafta taze kesilmiş çimen kokusu var.Çimleri kesiyorlar ve kesilen çimler karpuz gibi kokuyor. Dikkat ettim, burada markette her türlü meyve var, sadece karpuz yok.
  Dün dersimiz çok iyi geçti. Madam Gazeau Burcu'yu çok beğeniyor.Önümüzdeki hafta solo konserde Saint Seans'in Havanez'ini çalacak. Kendi başına deşifre etti ve herhalde çok iyi oldu ki konserde çalıyor. Yarında Hyum Hwa ile Sion'da Vercorin kilisesinde J.M Leclair'in iki keman için sonatını hem de tamamını(4 bölüm) çalacaklar.
  Burada bütün kemancılara bakıyorum. Hepsi 4 yaşında kemana başlamışlar ve en az 16 senedir keman çalıyorlar. Burcu gerçekten incelenirse tam olarak 4 yıl keman çalıştı. Eğer bu çocuk 4 yılda başkalarının 16 yılda yaptığını yapıyorsa gerçekten çok yetenekli .Allah bize yardım etsin. Ben akıllı davranılırsa Burcu'nun iyi bir kemancı olacağına inanıyorum. Tabii iyi derken dünya çapında iyi demek istedim. Yoksa Türkiye çapında değil.
  Burada bugüne dönüp yazıma bir ekleme yapmak istiyorum.Evet çok akıllıca davrandık ve şu anda Burcu Göker Doktor ünvanına sahip, dünyanın en prestijli  konser salonu Carnegie Hall'de bile çalmış, Florida Üniversitesinde hoca olmaya hak kazanmış, bir çok uluslar arası yarışma kazanmış,Kemanın genç Divası ünvanını hak etmiş bir keman sanatçısı.Demek ki insan inanırsa ve sonsuz çalışırsa, eğer bir de gerçekten yeteneği varsa, her koşulda çok başarılı olabiliyor.
  Gelelim Sion Günlüğüme.....
  Sabah erkenden yürüyüşe çıktım.Hava soğudu. Kendime bir mağazadan ucuzluktan bir süveter aldım. Rengi kıyafetlerime pey uygun değil ama hiç değilse sıcak tutar.Dün Simyacıyı bitirdim. Çok güzel bir kitap.Bir müsait zamanda Burcu da okumalı.İçinde bazı sözlerin altını çizdim.Bana çok yakın sözlerdi onlar.
  Aynı gün saat 22.00.Biraz evvel dışardan geldik. Burcu bugün akşama kadar odadan çıkmadı ve çalıştı. Biz Japon Mineko ile saat 6.00 da konsere gittik. Burcu gelmedi. Dönüşte Burcu'yu da alıp Mc.Donalds'a gittik. Dönerken fuayeye girdiğimizde odalardan birinden gelen keman sesine Burcu irkildi.Şu Burcu muthiş bir kız.Onda bu hırs oldukça en iyi olacağına inanıyorum.Keman seslerinin Hyum Hwa'nın odasından geldiğini anlayında hemen odaya daldı. İçerde Hyum Hwa ile yeni gelen bir kız ikili parça çalıyordu. Yeni gelen kız annesi Japon, babası İtalyan. 18 yaşında , bol makyajlı, elinde sigara, acaip bir tip.Başka bir hocanın öğrencisi.Bu kursa Madam Gazeau ile çalışmaya gelmiş.Kızın dün dersini izledim. Daha emekleme çağında.Seviyesine bakmadan Burcu ile çekişebiliyor.Anlaşılan Hyum Hwa'nın yarım aklını çelip Burcu'nun yerine onunla ikili keman çalmak ve konserlere çıkmak istiyor.Burcu ne yapar adamı.Pars gibi paralar.Burcu odaya girip hemen hesabını sordu ve yorgunluğuna, saatin 10 olmasına aldırmadan,odasına çıktı kemanını aldı ve aşağı kata Hyum Hwa ile çalışmaya indi. Bravo ona.Ne tuhaf. İnsan çok değişik bir yaratık. Dünyanın her yerinde kıskanç, alt oyan, yetersiz kişiler mevcut ve entrikalarla bir yerlere gelmek çabasındalar. Onları gözlemek, heran gelebilecek oyunlara hazır olabilmek, onları mat etmek ve yoluna tekrar devam etmek ne kadar zor.Ben zamanında bunu yapamadım. Çok zeki, yetenekli bir kişi olmama rağmen hemen mücadeleden çekildim ve küstüm. Umarım Burcu benim yaptığımı yapmaz. Bu geceki gibi mücadeleci olursa başarır. Tanrım sen Burcu'ya yardım et.
  Kalemim bozulduğu için dün gece devam edemedim. Şu anda 8 Ağustos cuma saat 10.10 Otelden çıktım, kalem aldım ve yazmaya  devam ediyorum.Mc Donalds'ta kahve içiyorum. Önümde harika dağlar var. Mutlu olmak için herşeyim var şu anda, kahvem, sigaram (Demek o zaman sigara içiyormuşum.)güzel hava, manzara.Biraz evvel düşündüm de epey şanslı insanlarız.Burcu gene odada çalışıyor.Öğleden sonra dersi, akşama konseri var.İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Burcu'ya en önemli şeyi verdi. Müzisyen olarak yetişirken karşılaşacağı bütün pislikleri yenmeyi öğretti ona küçük yaşında. Kısacası Burcu şu anda epey deneyimli. Az problemle karşılaşmadı İstanbul'da. Her dersten sonra ağlayarak inerdi okulun merdivenlerinden. Devamlı aşağılanmak onun kaderi idi. Bunun sebebini sorduğumda hocalarına 'Az zamanda çok iyi şeyler yaptı, havaya girmesin, şımarmasın diye onu üzüyoruz.'diyorlardı. Burcu'nun havaya gireceğini şımaracağını hiç düşünemiyorum. Altı yıl bu gerçeği  hocalara anlatmaya çalıştım ama anlatamadım. İnsanlar etraflarındaki kişilere nasıl davranacaklarına onları tanıdıktan sonra karar verseler daha iyi olmaz mı. Bu altı yılda Burcu'yu hiç tanımadılar. Onca çabama rağmen.
  Suna Kan Hanım'a Paris'e gitmekle doğru mu karar verdik diye sormuştum. O da engin tecrübesi ile'Yaşamınızı en isabetli kararını verdiniz. Gidin ve beyaz bir sayfa açın keman yaşamınızda .'demişti.Evet çok iyi yaptık gelmekle. İstanbul'da kalsaydık ne olurduk. Bunu düşünmek bile istemiyorum.Bir takım ruhsal dengesi bozuk kişiler çocuğumu önce mutsuz, sonra da dengesiz yapmak üzereydiler. Burcu şu anda gülüyor.Artık o güzel gamzelerini herkes görüyor güldükçe. Bir anne için bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi.Artık çalarken şarkılar söyleyebiliyor ruhu ile. Çocuğumun ruhunu Cadılar Kulesine hapsettiler İstanbul'da .Dün yürürken Sion'da Cadılar Kulesini gördüm. Esas Cadılar Kulesi İstanbul'da idi. Madam Gazeau tecrübeli elleri ile onu bu kuleden çıkardı, tedavi etti ve hayata kazandırdı kısa sürede.Suna Hanım haklı çıktı. Bir an önce gitmemizi söylerken çok haklı idi. Ona sevgilerin en güzelini besliyoruz kalbimizde.
 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Türk, Japon ve Koreli 4 Kadın Sion'da tepedeki Şato'ya çıktık.


 Yazıma başlamadan önce her zaman yaptığım gibi önce resimleri açıklamak istiyorum. Birinci resim Burcu Göker ve Paris'teki öğretmeni Prof. Slyvie Gazeau,İkinci resim de ise bu yazımda da anlattığım Cenevre Sion'daki Tibor Varga masterclasında Burcu, Madam Gazeau ve Japon kemancı Mineko, Mineko Japonya'dan Oseka şehrinden gelen bir kemancı kızdı. Aynı fuayede 15 gün beraber kaldık. Çok iyi dost olduk.Temizliğine, ciddiyetine hayran oldum.   Bu masterclasstan sonra o ülkesine döndü. Uzun bir süre haberleştik. Ama sanırım yollarımız ayrıldı. Epeydir haber alamıyoruz. Umarım onun cephesinde herşey yolundadır.
 Gelelim benim Sion'da tuttuğum günlüklerime.
 Bugün 5 Ağustos saat 10 ,Burcu otelde çalışıyor.Ben şehri tanımaya ve yürüyüşe çıktım.Bugün burada üçüncü günümüz.Sabah fuayede bütün kursiyerler aynı salonda kahvaltı ediyoruz. Yavaş yavaş diğer kişileri de tanımaya başladık. İlk tanıdığımız kişi Japonya'dan gelen bir kemancı kız. İsmi Mineko. Çok şirin, ufak tefek, biblo gibi bir kız. Ben ona Miniko diyorum.Nasıl ciddi, nasıl titiz anlatamam, Sabah kahvaltıya indiğinde elinde bembeyaz , mis gibi kokan bir ıslak bez vardı. Kahvaltıdan önce ve sonra ellerini iyice sildi bu beze. Eskiden küçüklüğümüzde annelerimiz de yemekten sonra böyle ıslak, sabunlu , mis gibi bezlerle ellerimizi silerdi. Onu hatırladım o zaman.
 Kahvaltıda her masada bir büyük kavanoz reçel ki bunların fuayeyi yöneten rahibeler tarafından pişirilmiş olduğunu daha sonra öğrendim,süt, kahve ve sıcak su termosları ve tereyağ vardı. Rahibeler de sıcacık kurvasan, ekmek sepetlerini dağıtıyordu. Tabii bana bu kahvaltı çok zayıf geldi. Her sabah ülkemde çeşit çeşit peynir, zeytin yemeye alıştığımız için tereyağ, reçelli kahvaltı hakikaten zayıftı. Kahvaltıdan sonra ilk fırsatta fuayeye yakın Migros markete gidip peynir almaya karar verdim.
 Şu anda harika bir yeşillik içinde yürüyorum. Burası daha önceden de söylediğim gibi cennetten bir köşe.Hertaraf yemyeşil dağ. Bunların arasında serpiştirilmiş evler. Sanki bu yeşilikle yetinmemişler. Her ev pencerelerine saksılar koymuş ve içine çeşitli renklerdeki çiçekleri dikmiş. Öyle ki heryer sanki çiçek cümbüşü.Kendimi burada masal ülkesindeki Alis gibi hissediyorum.Hava tertemiz ve ılık. Yollarda minik kuşlar yürüyor sizinle.
  Sabahtan yürüyüşümü bitirip öğle yemeğinden sonra Concourun yapılacağı salona gideceğim. Hergün Concour olacak. Dünyanın bir çok ülkesinden gelmiş bir çok kemancı hergün bu Concour için çalacak. Listeyi önceden astılar. Kimin hangi saatte çalacağını ilan ettiler. Üç aşamalı yapılacak bu yarışmada herkes aynı eserleri çalacak. Zorunlu eserlerin sonunda de kendi seçtikleri ve müzikalitelerini gösteren bir eseri çalacaklar. Oldukça çekişmeli geçecek bu yarışmayı isteyen salonda dinleyecek ve hatta dağıtılan kağıtlara görüşlerini yazıp jüriye iletebilecek. Kısacası halk jürisi  gibi de bir olay da olacak. Bizim görüşlerimizi de dikkate alacaklarını duydum.
 Bir çok iddaalı kemancıdan bu zor eserleri dinlemek çok zevkli olacak anlaşılan.
  Dün akşam üzeri tepedeki şatoya çıktık. Hyum Hwa'nın teyzesi, Burcu, ben ve Japon kemancı Mineko. Hyum Hwa gelmedi. Odasında kalıp çalışmayı tercih etti. Dün hepsi Burcu'nun dersini dinlemeye geldiler. Burcu'dan korkuyorlar, bunu hissediyorum. Burcu gerçekten çok iyi. İstanbul'da 1.5 ay hiç çalıştırılmadı, buna rağmen Madam Gazeau bile  Saint Seans'ı daha önce çalıştığını zannetti. Çok çabuk öğreniyor, adeta deşifre ederken çalmaya başlıyor. Tabii Burcu'yu derste dinleyince Hyum Hwa'ya bugün otelde kalıp çalışmak düştü.Gece saat 10 da geldiğimizde hala çalışıyordu. Ne hırs Allahım. Gelelim Şatoya. 45 dakika yokuş yukarı yürüdük. Bir an kalbim duracak zannettim. Yukarı ulaşıp o harika manzarayı görünce yürürken bütün çektiklerimi unuttum. Aynen doğum gibi.
  Şatonun arkasında dağın öbür yüzünde başka bir yerleşim alanı var.Tepede oturup bir süre orayı seyrettik. Japon, Koreli ,Türk 4 kadın, Türkçe,Japonca, İngilizce, Fransızca çok güzel anlaştık.Birbirimize adetlerimizi, çocukluğumuzu ve ülkelerimizi anlattık. Onlar Türkiye'yi hiç bilmiyorlar.Yerini bile bilmiyorlar. Biz daha şanslıyız. Hiç değilse onların ülkelerinin yerlerini coğrafya derslerimizde okumuştuk. Bu arada en ağırıma giden Korelilerin bir zamanlar Kore savaşı sırasında Türklerin ülkelerine gelip onların iç savaşında onları savunduklarından haberleri olmaması. Sohbetimiz iyice koyulaştı. Hatta ben Japonyadaki Fujiyama yanardağını ilk okulda öğretmenlerimizin Pijama yanardağı diye öğrettiğini ve böyle daha kolay aklımızda kaldığını anlattım, çok güldüler.
 Akşam yavaş yavaş çökerken dağdan indik. Sokaklarda yürüdük. Sokak arasında bir çeşme bulduk. Buz gibi harika bir su akıyordu. elimizi yüzümüzü yıkadık, su içtik, çocuklar gibi eğlendik. Mağazaların yarı loş ışıklı vitrinlerinde mücevherlere baktık. Biraz evvel dağda hepimiz kraliçe, prenses olduğumuz farzetmiştik. Bu sebepten mücevherler bize hafif geldi. Biz yukarda Şatoda daha ağır ve kıymetlilerini takmıştık hayalen.Sonra bir katedrale girdik. Hiç kimse yoktu ve kapısı sonuna kadar açıktı. Işıklar yanıyordu. Dua ettik. Koreli hanım Katolik, Japon Budist, biz Müslüman. Hepimiz birer sıraya oturup Allahın evinde dua ettik, isteklerimizin gerçekleşmesi için ondan yardım diledik. O anda din ayrımı olmadan hepimizin Allah yaklaştığımızı hissettim. Otele döndüğümüzde uykuların en güzeline dalarak bir Sion gecesini bitirdik.
 Dün Simyacıyı okumaya başladım.Kıtabin daha başında anladım ki ben de Simyacıyım. O dünyayı dolaşıp hazineyi arıyor, biz ise Burcu'nun başarısını. İnşallah muvaffak oluruz. Burcu Paris'e geldiğinde beu yana çok fark etti. Gerek müziğinde gerek kişiliğinde çok olumlu değişiklikler oldu.
 Bir başka günün anılarında buluşmak üzere.........

12 Nisan 2013 Cuma

Ağustos 1997 Sion Günlüklerimden

  Daha önceki yazımda 1997 Ağustosunda Sion'da Tibor Varga festivalinde sırasında yazdığım güncemden anılarımı yazacağımı söylemiştim.İşte şimdi o günlerdeki anılarımı sizlerle paylaşıyorum.
  Bugün 4 Ağustos 1997.Pazartesi Saat 14.51 Cenevre Sion'da Fuaye St. Paul'de 37 nolu odadayız.Buraya dün geldik.15 Gün sure ile burada Tibor Varga'nın kursuna katılacağız ve Burcu konserler verecek.
  Şu anda odada Burcu ile Koreli arkadaşı Hyum Hwa No,  8 Ağustos cuma günü verecekleri konserde çalacakları parçayı çalışıyorlar.Ne tuhaf, Koreli ve Türk iki genç kız ,Sion'da bir otel odası ve dünyanın bir başka yerinden, başka bir dönemde yaşamış bir bestecinin eseri.Şu anda dünyada sınırlar kalkmış ve tün insanlar elele vermiş gibi. Ben inanıyorum ki ancak sanat, özellikle müzik dünyada gerçek barışı sağlayabilecek.İnsanların zaaflarından ortaya çıkan anlaşmazlıklar, sorunlar ancak bu şekilde ortadan kalkabilecek.Bunu benim anladığım gibi bir çok insan anlasa ve artık dünyada hep barış, hep güzellik ve hep müzik olsa.Heryerde silahlar sussa ve kemanlar çalsa.....
  Nihayyet bugün yazmaya başladım.Yıllardır Burcu ile çıktığımız bu yolculukta hep yazmak istiyordum.Bir sanatçı nasıl yetişiyor,ülkemizde ve dünyada bir kemancı yetişirken ne gibi sorunlarla karşılaşıyor.Bir sanatçı annesi olarak yakından takip ettiğim ve heran içinde olduğum bu olayları hep yazmak istiyordum.Bugün ancak başlayabildim. Ama geç kalmış değilim. Umarım bundan sonra devam ederim.
  Şu anda güncemden yazmaya ara verip günümüze dönmek istiyorum.Ağustos 1997 de başladığım bu yazma işlemi ne yazık ki devam edemedi. İçinde bulunduğum yoğun yaşam buna izin vermedi. Ancak 2011 yılında anılarım daha kafamda sağlamken tekrar yazmaya başladım ve bu sefer  devam ediyorum.
  Gelelim günceme;
  Birazdan Konservatuara derse gideceğiz. Burası dağlar arasında bir kasaba.Ama oyuncak bir kasaba gibi.Heryer çok düzenli ve güzel.Dağlar yemyeşil.Biraz Burg St. Moritz'e benziyor.Dağlar bana seneler once yaşamımın bir süresinin geçtiği başka bir dağı anımsatıyor.Seydişehir'deki lojmanımızın arkasındaki Toros Dağları bu dağlardan daha güzeldi.Onların şanssızlığı Türkiye'de olmaları.Tabiatı, doğayı mahfeden kişiler onları da mahfetmiştir mutlaka.
  Dün İstanbul'dan uzun bir yolculukla buraya ulaştık. Önce uçakla Cenevre'ye geldik. Burcu uçakta hastalandı. Sanırım yediği bir şey dokundu. Uçaktan indik. Sion treninin kalkacağı istasyon hava alanına yakındı. Trenimiz iki saat sonar kalkacaktı. Bu arada ben Burcu'yu garda eşyalarla bırakıp hem tuvalet bulmak , hemde yiyecek bir şeyler almak için keşfe çıktım. Garın üst katında tanıdık bir isme rastladım. Migros bana sanki çok uzaklarda akrabamı görmüşüm gibi bir etki yarattı. Hem Migros Markete girdim ve yiyecek bir şeyler aldım.Tren çok rahat ve güzeldi. Leman gölü kıyısından geçerken evler, yatlar çok lüks ve güzeldi. 2 Saatlik bir yolculuktan sonar dağlar arasındaki bu yemyeşil kasabaya inince sanki cennete gelmiş gibi olduk.
  Sion'u kimsenin uğramadığı küçük bir kasaba durumunda çıkarıp dünyanın keman merkezi haline getiren Tibor Varga'nın öyküsünü daha once hocalarımızdan dinlemiştik. Belki ben daha önceki yazılarımda da anlatmışımdır. Masal gibi ama gerçek olan bu öykü minnetin bir timsali bence.Hasta olan çocuğunun sağlığına kavuşması için ülkesini, kariyerini bırakıp bu küçük dağ kasabasına yerleşen ve sonra çocuğu sağlığına kavuşunca bu küçük kasabayı düzenlediği kurslar, yarışmalar, toplantılarla kemanın merkezi haline getiren bu büyük Macar kemancısının öyküsünü nasıl unutabiliriz.
  Güncemi yazmaya bir sonraki yazımda devam edeceğim..
  Yukarda yazıma ilave ettiğim resimde Burcu Sion'da arkadaşları ile gözüküyor.Dikkat ederseniz çoğu Asyetek. Yani Koreli, Çinli  ve Japon.

10 Nisan 2013 Çarşamba

3 Ağustos 1997 Sion'a gidiyoruz.

  1997 Yazı, Ağustos ayında Burcu ile gideceğimiz 15 günlük Tibor Varga Masterclass ve Ağustos sonunda Paris'te beraberce başlayacağımız ikinci yılımızın gidiş hazırlıkları ile çok yoğun geçti.Günlerimiz konsolosluk kapılarında Fransa vizesi al, İsviçre vizesi al,bilet ayarla ile geçti. Başına gelenler yakından bilir.Vize almak oldukça meşakkatli bir iş.Hele bu vize daha sonra alınacak oturum için ön vize ise size kök söktürüyorlar.Hazırladığımız evrakın haddı hesabı yoktu. Dosyalarca evrak hazırladık. Bütün amaç Türkiye ile derin bağımız olduğunu ve gidip Fransa'da yerleşmek gibi bir niyetimiz olmadığını ispatlamaktı.Burcu'nun klasik müzik eğitimi için gerekli olmasaydı ve Burcu da bu eğitimi mutlaka yapmak istemeseydi ben çoktan vazgeçerdim. O zamanlar hep söyledim. Keşke ülkemde yeterli eğitim olsaydı da hiç değilse Burcu büyüyüp kendi başına bir yerlere gidene kadar ülkemde bu eğitime devam etseydi. O zaman ne ben ailemden, evimden uzak kalmak zorunda kalacaktım, ne o kadar çok para harcayacaktık, Ama eğer Burcu bugün Amerika'da bir şeyler elde etti ise o da Fransa'da gördüğü o ilk eğitiminin sonucudur.
  Geçenlerde bir ev taşıma olayı yaşadım ve kütüphanemdeki evrakları tasviye etmek zorunda kaldım. Günlerce evrak yırttım. daha o ilk gittiğimiz yıllardan kalma vize için hazırladığımız evrakların, dosyaların nüshalarından kalmış olanları günlerce yırttım. O zaman neler yaşadığımızı o evrakları yırtarken bir kez daha yaşadım.
  Şu anda çok güzel bir ortamda bir bahçede oturmuş kuş sesleri arasında doğada bu yazıyı yazıyorum. Yanımdaki sehpada bir çiçek var, karanfile benzeyen ama karanfil olmayan, karanfil gibi kokan bir mor çiçek. Bu güzel ortamda, sessizlik içinde , karanfil kokuları arasında düşünüyorum.
  Değermiydi, o hasrete, o eziyetlere diye. Bir an düşündüm. Aynı şartlarda o yıllarda olsam gene aynısını yapardım ve gene o eziyetleri çekip ,o mücadeleyi verirdim. Burcu'yu neredeyse 9 aydır görmedim. Ne zaman göreceğim de belli değil. O artık Okyanuslar ötesi bir ülkede, işi orada, o ülkenin vatandaşı, yaşamı orada. Burcu'dan arada bir aldığım iki cümlelik mesajla ancak onun iyi olduğunu, herşeyin yolunda olduğunu anlıyorum. 23 Yıl mücadele verdim onun eğitimi için. Beraberce verdik bu mücadeleyi. Bakıyorum da benim Burcu'ya sarfettiğim emekle 10 tane çocuk büyütürmüşüm. Etrafımda dostlarım, komşularım çocukları, torunları yanlarında mutlu memnun yaşıyorlar, yaşlılık günlerini. Ben ve eşim Burcu'ya gösterdiğimiz bu emekle onun yuvadan uçmasına sebep olduk.
  Yazı biraz yön değiştirdi sanırım. Orhan Veli 'Beni bu güzel havalar mahfetti.'diyor ya. Sanırım beni de bu doğa, sessizlik ve karanfil kokulu çiçek mahfetti.
  Gelelim Ağustos 1997 tarihine. 4 Ağustos günü Cenevre 'ye hareket edecektik. 4 ağustosta başlayacak olan Masterclass 15 gün sürüp 19 Ağustos tarihinde bitecek ve biz 20 Ağustos günü İstanbul'a dönecektik. 10 gün sonra da 30 Ağustos gibi beraberce Paris2e gideceltik. Bir yıllık eğitim için.
  Cenevre'ye gidecek ucakta Ben Burcu'dan daha heyecanlı idim. Zira bu gidişi Burcu için aynı yere 3, gidişti.Oysa ben ilk defa gidiyordum oralara.Cenevre uçağında Burcu hastalandı. Yediği bir şey dokundu sanırım. Uçak Alana inerken Burcu tuvalette yediklerini çıkartıyordu. Oysaki yedikleri dokunmamış. Daha sonraki yazılarımda anlatacağım. Ablasının gidişi, Paris'te benimle bir ders yılına başlayacak olmak Burcu'yu sinirsel olarak etkilemiş ve midesine vurmuştu bu ruh hali. Benimle Paris'te yaşamak onu korkutuyordu. Zira ben ablası gibi Fransızca bilmiyordum.Burcu küçük yaşına ragmen Frnasızca bilmeyen bir ebeveyn ile Paris'te ne zorluklar çekeceğinin bilincinde idi.
  Cenevre'de inip binbir zorlukla Sion trenini bulduk. Sion treni çok güzel yerlerden geçip bizi 2 saatte bu harika kasabaya getirdi. Yolculuğumuz sırasında Leman Gölünün kıyısından geçtik.Geçtiğimiz yerlere hayran oldum. Sion'da kalacağımız fuaye istasyona çok yakındı. Burcu ile 15 gün rahibelerin yönettiği bir fuayede kalacaktık. Masterclassa, yarışmaya katılan diğer sanatçılar da aynı binada kalıyordu.
  O günlerde bir kaç gün günlük yazmışım. Bundan sonraki yazımda o günlerde yazdığım ve o anları, duygularımı çok güzel dile getiren bu günlükleri, yazacağım.
 

8 Nisan 2013 Pazartesi

Bu yıl Paris'te Burcu ile ben beraberim.

 Yazıma başlamadn önce resmi açıklayayım. Burcu Göker Ağustos 1997de Cenevre Sion'da Tibor Varga Masterclass konserlerinin prova çalışmalarında görülüyor.
  1997 Haziran sonunda Burcu Göker İstanbul'a dönmüştü.Paris'teki ilk yılında Konservatuardaki eğitiminde sağladığı başarıları, Fransızca dilindeki gelişimini, Paris'te gerçekleştirdiği ve büyük başarılar gösterdiği konserlerini önceki yazılarımda yazmıştım.Temmuz ayında İstanbul'da dinlenecek ve ailesi, arkadaşları ile özlem giderecek olan Burcu Ağustos ayında Cenevre Sion'da Tibor Varga Masterclass ve Festivaline katılacak, Ağustos sonunda ise Paris'e geri dönecekti.
  Bu yaz bizi bekleyen çok önemli bir olay vardı. Bir önceki yıl Paris'te kardeşi ile birlikte kalan ve Sorbonne Üniversitesinde Uluslar Arası Özel Hukuk dalında master yapan ablası Ebru Göker eğitimini tamamlayıp Türkiye'ye dönmüştü. Burcu Paris'te kalıp eğitimine devam etmek istiyordu. Lakin Burcu henüz 15 yaşında idi. Ve Fransa kanunlarına göre bu yaşta çocuk minör sayılıyordu,yanında majör bir büyüğü olmadan Fransa'da kalması ve yaşaması imkansızdı.Ailemizden biri Fransa'da Fransız Hükümetinin bu olay için kendisine verdiği Carte de Sejur ile Burcu ile Paris'te oturmak ve yaşamak zorunda idi. Ancak o zaman Burcu Fransa'daki eğitimine devam edebilecekti.Bu olay bizim için çok yabancı bir konu idi. Kim Burcu ile beraber Paris'te yaşayacaktı, Bu gidişin kanuni zorunluluklarını nasıl gerçekleştirecektik.Zira ailemizden Ebru'dan başka kimse Fransızca bilmiyordu. Bu olayları gerçekleştirmek için de Fransızca bilmek gerekiyordu.Ailemizden sadece ben Burcu ile Paris'te yaşayabilecek durumda idim. Zira babamız İstanbul'da çalışmak zorunda idi. Çoğu masraflarını bizim karşıladığımız bu eğitimin finansörlüğü için aileden birisinin İstanbul'da çalışması gerekiyordu.
 Ayrıca ben Fransızca bilmiyordum ve bu olaylar olduğu zaman 50 yaşında idim. Bu yaştan sonra dilini bilmediğim,kimseyi tanımadığım bu ülkede küçük bir çocukla nasıl yalnız yaşayabilecektim.Bu kadar sene sadece turistik amaçlı o da çok sayıda olmamak kaydı ile yurt dışına çıkmış bir kişinin yurt dışında yaşaması çok zor görünüyordu. Kaldı ki İstanbul'daki yaşamımda alıştığım lüksleri Paris'te bulabilmem imkansızdı. Ben İstanbul'da büyük bir evde yaşıyordum. Arabam vardı. Eve temizliğe gelen yardımcım vardı. Periyordik tarihlerde Lise ve Üniversite arkadaşlarımla yaptığım toplantılarım vardı. Herşeyden önce İstanbul'da bir eşim vardı.Bütün bu yaşamı bırakıp Paris'te Burcu ile beraber bir öğrenci yaşamı sürmeye başlamak bana imkansız gibi gözüküyordu.
  Ben başıma gelecekleri düşünüp kara kara düşünmeye başlamıştım bile. Daha düşüncesi bile beni korkutuyordu bu projenin. Teknik bakımdan yaşama geçirilmesi de çok zordu. Tek başıma Paris'te Fransızca bilmeden eczaneden ilaç bile alabilecek durumda değildim. Ayrıca Fransa'da yaşarken gereken prosedürleri dil bilmeden nasıl halledecektim.Paris'te kimseyi tanımıyorduk, arkamızda bir kuruluş yoktu bizim adımıza bu işleri haledecek.
  Daha Türkiye'de gidiş için vize alma işlemleri sırasında büyük zorluklarla karşılaşacağımız açıktı.Ben başıma gelecekleri, önümüzdeki günleri düşündükçe çok korkuyordum.Tek dayanağım Burcu idi. Ona inanıyordum. Zaten ben Burcu'ye ve onun başaracağına hep inandım. Bu olay baştan beri bir inanışın öyküsü.İnsan isterse imkansızı başarabiliyor anlayacağınız.
  Ağustosta Cenevre'ye gitmeden önce bütün vize başvurularını yapmamız gerekiyordu. Zira Cenevre'den dönünce Paris'e gitmek için fazla zamanımız yoktu. Olayımız çok rastlanan bır olay değildi. Daha önceki tarihlerde minör bir öğrenci yanında majör bir ebeveyn gitme örneklerı vardı ülkemizde. Suna Kan, İdil Biret, Verda Erman gibi büyük yeteneklerimiz Harika çocuklar yasası kapsamında aileleri ile yurt dışına gitmişti ama onları arkasında Türkiye Cumhuriyeti vardı ve bütün sorunlarını Hükümet halletmişti. Oysaki bizim kimsemiz yoktu. Sadece inancımız vardı. Çok süper zenginde değildik ki avukat veya bir Hukuk Şirketi yapsın bütün işlemlerimizi.
  Ama inanın sanki bir güç bize yardım etti. Zorlukla karşılaşmadık mi vize alırken. Öyle zorluklarla karşılaştık ki bazen içinden çıkamadığımız, koca yaşımda benim bile hüngür hüngür ağladığım zamanlar oldu.
  Eşim ve ben yalnızdık bu savaşta bu sefer. Ebru dönmüş ve evlenme hazırlıklarına başlamıştı. Anlayacağınız bizi bu savaşta Ebru yalnız bırakmıştı.Eşim panikli bir insandır. Çabuk ümitsizliğe kapılır. Ben çaresizlıkleri yalnız yaşamak ve ona belli etmemek durumunda idim.Kısacası bu savaşta çok yalnızdım. Etrafımda hiçbir arkadaşım bu olayı neden gerçekleştirdiğimizi anlamıyordu. En kültürlü arkadaşlarım bile 'Eh işte bir yıl Paris'te eğitim yaptı Burcu, dönün artık.'diyordu. Bana da gitme fikrim karşısında 'Sen delimisin.'diyorlardı. Zaten bir süre sonra 'Delimisin .'demeyi bıraktılar.'Mutlaka delisin.'demeye başladılar.Artık herkes bizim uçuk olduğumuza inanmıştı.
  Büyük zorluklarla Burcu ve ben vize aldık. Sabah 5 de Fransız Konsolosluğunun İstiklal caddesindeki binasının kapısında içeri girmek için mücadele verirken neredeyse ağlayacaktım. Zorluk, zorluk , zorluk, Hiç kolaylık yoktu bu oyunda.
 Sonunda Burcu'ya bir yıllık, bana üç aylık  vize verdiler, Ben geçici vize ile Paris'e gidecek ve orada Paris polisinden oturum alacaktım.Vizeyi almıştık ya gerisinin nasıl olacağını düşünmüyordum bile. Zaten bu tür olaylarda daha sonrayı değil ilk halledilecek sorunu düşünmek gerekiyor. Anlayacağınız elma ağacının en alt dalındaki elmayı almak gibi bir şey.Üst dallardaki elmayı sonraya birakmak gibi.
  Vizemizi aldıktan sonra sıra Cenevre'ye gitmeye gelmişti. O günlerimizi de bir sonraki yazımda anlatayım.

4 Nisan 2013 Perşembe

Harbiye Askeri Müzedeki bir Konser



  Bir önceki yazımda geri dönüş yapıp Burcu Göker'in İstanbul'daki eğitimi sırasında yaşamını etkileyen iki konser anısını anlatacağımı söylemiştim.
  İkinci konser anımız 1995 yılı Harbiye Askeri Müzesinde geçti.Bu konser anılarımızı anlatmaya geçmeden bu konserle ilgili yazıma eklediğim resimleri açıklayayım. Birinci resimde Burcu Askeri Müzede Anne Bebek Sağlığı Sempozyumunun açılış konserinde görülüyor. İkici resimde gene bu konsere İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarından katılan öğrenciler toplu olarak gözüküyorlar., Üçüncü resimde bu Sempozyumun kapanış konserini de veren Burcu 'ya Ana Bebek Sağlığı Vakfı Başkanı Hanım'dan çiçek verilirken gözüküyor.
 1996 yılı başlarında Burcu İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarında okurken okul vasıtası ile bir konser daveti daha aldık. Daha önce de dediğim gibi Burcu konser vermekten hiç çekinmediği için okula gelen konser davetlerinde ilk başvurulan isim oluyordu. Bu seferki konser bir Vakfın tertiplediği Uluslar arası bir Tıp Sempozyumunun açılış konseri idi.Ana ve Bebek sağlığı Vakfı ki ülkemizde  daha yeni kurulmuş olan bir vakıftı, Uluslar arası bir Tıp Sempozyumu tertiplemişti. Bu Sempozyum Harbiye Askeri Müzede 3 gün sürecekti. Vakıf yönetimi açılış için Konservatuardan klasik müzik konseri verebilecek öğrenciler istemişti. Bu sefer de öğrencileri okuldan toparlama ve Harbiye'ye götürme görevi benimdi. Hatta bu Vakfın açılış konserini tertipleme işi o kadar geniş boyutlara ulaştı ki Sempozyumun  açılış konuşmasını yapacak olan Vakıf Başkanı Hanım  'Ben çok heyecanlandım, açılış konserinin takdimini  yaparmısınız.' deyince , hiç alakam olmayan Vakfın Sempozyumunun  açılışında konser takdimi  yapmak görevi de  benim olmuştu.
  O gün Harbiye Askeri Müzesinde Burcu tek başına çok güzel bir dinleti verdi ve dünyanın bir çok yerinden gelmiş Tıp adamları tarafından büyük beğeni aldı. Bu sefer daha önce anlattığım konserdeki gibi zavallı değil, aksine beğenilen ve takdir edilen farklılığı vurgulanan bir konumda idik. Diğer konser verecek öğrenciler de müziklerini çok güzel icra ettiler ve beğeni aldılar. Bu dinleti o kadar beğenildi ki Vakıf Başkanı Hanım 3 gün sonra gerçekleşecek kapanış töreninde de Burcu'nun bir dinleti yapmasını rica etti. Bu sefer sadece Burcu çalacaktı.
  Kapanış konserinin takdimini de da ben yaptım. Hatta o konuşmada çeşitli dünya ülkelerinin bayraklarının olduğu kürsüdeki konuşma sırasında çekilen resmimi görenler bu olaya inanamadılar. Ben kürsüde Burcu'nun Sempozyum kapanış konseri için takdimini yapıp, çalacağı eserleri tanıtırken birden en ön sırada oturan bir yaşlı bey ve hanımı dikkatimi çekti. Bir yerlerden tanıdığım bu kişilerin kim olduklarını çıkartamamıştım. Daha sonra yerime oturup Burcu'nun konserini dinlerken aklıma geldi. Yaşlı Bey İhsan Doğramacı ve yanındaki hanım da eşi idi. Konser alkışlar, Vakıf Başkanı  Hanımın Burcu'ya çiçek vermesi ile sonlandı.
  Konserden sonra bir çay daveti vardı. Biz İhsan Bey'in masasında idik.İhsan Doğramacı Bey müzikal yeteneğine hayran olduğu Burcu'yu tebrik etti , öptü ve 'Mutlaka Bilkent'e gelmelisin, oarada eğitimine devam etmelisin .'dedi. Fransa'ya gitmeyi ve eğitimine Paris'te Madam Gazeau ile devam etmeyi kafasına iyice koymuş olan Burcu İhsan bey'in bütün çabalarına rağmen 'Ben kararlıyım,Paris'te eğitimime devam edeceğim.'diye kararını bildirdi.
  O günkü konser İhsan Doğramacı gibi muhterem bir zatla tanışmamız, onun teklifleri ve Burcu'nun kararlılığı açısından bana unutulmaz bir anı olmuştur.
  Şimdi 1997 yılına  kaldığımız yerden devam edebiliriz. Burcu Haziran 1997 de Türkiye'ye dönmeden önce 17 haziran 1997 tarihli Milliyet gazetesinde Burcu'nun Paris'teki başarılarını ve U.F.A.M yarışmasında kazandığı birinciliği konu olan bir yazı yayınlandı. Bütün bunlar Burcu'yu çok olumlu motive ediyordu. Takdir edilmek, beğenilmek çocukları eğitimde çok motive edici bir olay. Ne yazık ki o zamanlar eğitim de başarılı öğrencileri motive edici eylemler bazı eğitimcilerimiz tarafından, şımarır gerekçesi ile ihmal ediliyordu.Aslında yanlış bir düşünce. Bunun  tersi olduğunu zaman içinde ispatlamış olduk.
  1997 yazında gene Cenevre Siondaki Tibor Varga Festival ve Masterclasına Madam Gazeau'nun öğrencisi olarak katılacak olan Burcu ile bu sefer ben gidecektim.
Bu anılarımı sonraki yazımda anlatacağım.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Kaçılın Tiyatrocular Geliyor.


 Paris'teki birinci eğitim yılımızın sonunda Burcu haziran sonu gibi Türkiye'ye döndü. Ebru da döndü tabii. Hem de masterini bitirmiş olarak. Ama Ebru masterdan sonra kabul almış olmasına rağmen doktora yapmak istemedi ve Akademik kariyer yerine Avukatlığı seçti ve ben çalışma hayatıma başlayacağım dedi. Biz onun kararına saygı duyduk.   Burcu ise Paris'teki yaşamına devam etmek istiyordu. Fransa'da Türkiye'de rastlamadığı şekilde sanata ve müziğe saygı duyulduğunu görmüştü. Artık o düşünceleri, davranışları gören bir kişinin tekrar eski günlerine dönmesi imkansızdı. İnsanlar güzel şeylere çok çabuk alışıyorlar. Kaldı ki o daha bir çocuktu ve çocuk yaşında bu farklılığı fark etmişti.
 15 Yaşında bir çocuğun Fransa'da tek başına eğitim yapması hem teknik, hem de kanuni yönden imkansızdı. Peki biz ne yapacaktık,bu sorunun altından nasıl kalkacaktık. Gene bizi çözülmesi gereken büyük sorunlar bekliyordu. Fransa Hükümeti 15 yaşında bir çocuğa oturum vermiyordu. Geçen yıl da Burcu geçici vize ile gitmiş , ablası onun vasisi olmuştu Fransa'da. Bu yıl abla olmayınca ne olacaktı. Yanında majör bir büyük olmadan Fransa'da oturması imkansızdı Burcu'nun.
  Bu sorunlarla dolu bir yaz bizi bekliyordu. Ayrıca Ağustos 1997 de Cenevre Sion'da Tibor Varga'nın masterclasına davetli olan Burcu ile bu sefer ben gidecektim.Kısacası dolu dolu günler geçirecektik.
  İsterseniz bu dolu günlere geçmeden  İstanbul'da Konservatuar günlerinde daha önce anlatmadığım iki konser anımızı paylaşmak istiyorum siz okurlarımla. Zira bu iki konser Burcu'nun yaşamında çok önemli yer tutar. Önce anlatarım, sonra neden yer tuttuğuna karar verirsiniz.
  Birinci olay Kasım 1992 tarihini taşıyor. İstanbul üniversitesi Devlet Konservatuarı tam zamanlı orta 1.sınıf öğrencisi Burcu. Günlerden bir kasım günü, Okul yönetiminden bir davet aldık.Yukarda davetiyesini yazıma eklediğim Resim sergisinin açılışında bir dinleti yapmasını istiyorlardı Burcu'dan. Burcu küçük yaşına rağmen hiçbir dinleti davetine hayır demediği ve bu konularda epey deneyim kazandığı için olabilecek etkinlikte ilk akla gelen isim oluyordu. O gün Burcu'dan başka iki öğrenci daha okul tarafından bu sergiye gönderilmek üzere yönlendirilmişti. Diğer öğrenciler Burcu'dan üst sınıflardan ve yaşça büyüktüler.
 Sergi Çemberlitaş'da Basın Müzesinde akşam saatlerinde bir kokteyl ile açılacak ve öğrenciler bu açılışta çalacaktı.
  O gün saat 17.00 olmamız gereken dinletiye gitmek üzere ders bitiminde okul kapısında buluşmak üzere diğer öğrencilerle sözleştik. Sözleştik diyorum, zira diğer öğrenciler büyük oldukları için tek başlarına gidebilirlerdi ama Burcu tek başına pek gidemezdi. 10 Yaşında bir çocuğu tek başına Kadıköy'den gece vakti Çemberlitaş'a gönderip , geri gelmesini beklemek biraz serüven olurdu bence. Zaten iyi ki ben de gitmişim çocuklarla.
  O akşam üzeri okul kapısında buluştuğumuzda gök yarılmış gibi bir yağmur yağıyordu. O yağmurda koşa koşa Eminönü vapuruna attık kendimizi. Vapurdan indiğimizde yağmur daha da şiddetlenmişti. Akşam saatleri olması, yağan yağmur ve İstanbul'un trafiği birleşince Eminönü iskelesinde Çemberlitaş'a gidecek otomobil bulmak imkansız gibi gözüküyordu. Yakın yerde değildik ki yürüyelim.Biz bir araba bulup kendimizi içine atana kadar sırıl sıklam olmuştuk. En büyük korkum çok fazla yoğun çalışma şartları içinde olan Burcu'nun bu şartlarda üşütmesi ve hasta olması idi. En ufak bir nezle bile Burcu'nun çalışmasını aksatabilirdi.
  Biz arabada sularımızı silkelemeye çalışırken araba trafikte yavaş yavaş ilerliyordu. Şöför Çembelitaş'a gelmeden ben buraları giremem diye bizi yarı yolda indirdi. Bütün direnmeme rağmen söföre laf dinletememiş ve Basın Müzesinden epey uzak arabadan inmek zorunda kalmıştık. Üstelik bu yağan yağmurda. Yürümeye başladık. Ben bir yandan iyi ki bu çocukların yanında ben varım diye seviniyor, bir yandan da bir an önce varalım daha ıslanmayalım diye koşmaya gayret ediyordum.
 Nihayyet Basın Müzesine vardık. Vardığımızda hepimizin saçından sular akıyor, üstümüz başımız su içinde idi. İyi ki Burcu'nun kapüşonu , benimde çantamda şemsiyem vardı. Diğer öğrenciler ise oldukça ince montlarla idiler. Aylardan kasımdı ve sabah hava güzeldi evden çıktığımızda. Ama ben yıllardır çantamdan çok ufak bir şemsiyeyi ihmal etmem. Bu bir alışkanlık oldu ve çok faydasını gördüm.
 Basın Müzesine girdiğimizde bir çok şık davetlinin Sergi açılışı için geldiğini gördük. Salonda çok güzel ve elit bir atmosfer vardı. İçerdeki şık, kuru ve elit azınlık kapıdan sırılsıklam giren gariban müzisyenlere bakıyordu şaşkınlıkla. Hakikaten çok komik bir kılığımız vardı.Aklıma o anda daha önce okuduğum bir yazı geldi. Ortaçağlardan gelen bir söz varmış Almanya'da. 'Kaçılın Tiyatrocular Geliyor.'derlermiş. O zamanlar Almanya'da köylere gezginci tiyatro toplulukları gelirmiş. Bunlar o kadar gariban ve fakirmiş ki, onların geldiğini gören köy halkı sokaklardan çamaşırlarını , eşyalarını toplar evlere kaçarmış. Tiyatrocular öteberilerini çalmasın falan diye. Bir anda kendimi o fakir ve gezgin Tiyatrocular gibi hissettim o salona sırıl sıklam girince.
 Bize bir yer gösterirler, kurulanırız,biraz adam içine çıkar duruma geliriz diye düşünürken Sergi sahibesi hanım geldi ve hemen dinleti başlasın, çok geç kaldınız, sizi bekliyoruz dedi.
  Çocuklar aç mı, yorgun mu, saçlarını taramak isterlermi diye soran yoktu. Dinleti başlasın. Sanki bu insanlar kuruldu mu çalan kuklalar. Tabii Sergi sahibesinin sözünü dinledik. İlk çalacak olan Burcu idi. Burcu hemen kemanın açtı ve çalmaya başladı. Ben o çalarken bir yandan yanında onun saçlarını düzeltmeye çalışıyordum.Diğer çocuklar ise birer sandalye bulmuş , dinlenmeye çalışıyordu.İkinci resimde çocukların vahameti açıkca belli oluyor.
 Neyse o gün kazasız belasız o dinletiyi atlattık. Ama bana o olay ders oldu ve bir daha gittiğimiz her hangi bir dinletide önce çocuklar dinlensin, üstlerini toparlasın ve karınlarını doyuralım, sonra çalsınlar demeye başladım.İyi ki o gün o çocukların yanında ben vardım . Böyle olmasına rağmen daha sonraki günlerden rastladığım o gün beraber gittiğimiz öğrencilerden birinin o gün üşütüp ağır bir nezle geçirdiğini öğrendim. Sanatçıya yapılan bu muamele o gün çok ağrıma gitmişti. Ülkemde yapılan bu muameleye gördükten sonra Paris'te gittiğimiz bir konser öncesi gördüğümüz onur verici karşılama beni çok etkilemişti. Burcu'nun ilk Paris konseri, 12. Bölge Belediye Sarayında olmuştu ve bunu daha önceki yazılarımda anlatmıştım. O konser öncesi Belediyede özel açılan hazırlık odaları, çalışma odaları, ikramlar inanılmazdı. Bir kırmızı halı sermedikleri kalmıştı o gün Belediye'de. Bu muameleyi gördükten sonra ülkemde karşılaştığım olaylar daha içimi acıtıyor. Ama zaten ülkemde klasik müzikçi olarak hiç bir değerimiz yok ki. Ne iş yapacağını bilmediğim Akil adamlar ki sözü dinlenen,sözüne güvenilen, birikimi olan,toplumun çeşitli kesimlerinin itibarını kazanmış kişiler, arasında Hülya Avşar ve Kadir İnanır'den başka Sanatçı yok. Onların sanatına bir şey dediğim yok. Ama .......

1 Nisan 2013 Pazartesi

Anneler Gününde Aldığım En güzel Armağan...


Birinci resimde Burcu ve komşumuz Nathaly Paris'in ünlü DisneylandEğlence Merkezinde,ikinci resimde ise Ebru Eyfel kulesinin altında gözüküyor.
  Son koyduğum görsel ise 11 Haziran 1997 tarihli Milliyet Gazetesi haberi. Bu haberde bugünkü yazımda anlatacağım U.F.A.M yarışmasının sonuçları anlatılıyor.
  Mayıs başında Türkiye'ye dönmek zorunda idim. Zira İstanbul'da da yapmam gereken işler vardı ve o tarihlerde İstanbul'da bulunmak zorunda idim. Burcu Göker'in 11 Mayıs 1997 günü Paris'te çok önemli bir Uluslar arası Keman yarışmasına katılacağını biliyordum.Ne yazık ki o tarihlerde Paris'te olmam imkansızdı. İçim parçalanarak Burcu'yu ablasına emanet edip Paris'ten İstanbul'a hareket ettim. İstanbul'da bulunduğum o günlerde içim içime sığmıyordu. Evet ablasına çok güveniyordum, en az benim kadar Burcu'ya ihtimam göstereceğine emindim, ama o zorlu günlerinde çocuğumun yanında olmak isterdim.
  Bu sefer Burcu'nun katılacağı yarışma Uluslar arası U.F.A.M Keman yarışması idi. Bu yarışmaya Japonya'dan, Çinden, Güney Kore'den, İspanya'dan ve daha bir çok ülkeden bir çok aday katılıyordu. Süperior seviyesinde yarışacak Burcu'yu bu sefer daha zor bir yarışma bekliyordu. Yarışma hazırlıkları ile Ebru ilgilendi. Gene bir önceki yarışmada olduğu gibi aynı piyanist ile çalışmalar, aynı repertuar  gibi. Bütün yarışmalarda aynı olay tekrarlıyordu. Yarışmacılar, yarışma kaç aşamalı olursa olsun aynı repertuarı çalmak ve aynı piyanist ile çalışmak ve yarışmaya katılmak zorunda idi.
  Yarışma Paris Konservatuarlar Birliği binasında 11 Mayıs pazar günü yapılacaktı. Yarışmanın yapılacağı gün ben İstanbul'da sanırım Burcu'dan daha heyecanlı idim. Galiba uzak olmanın yarattığı bir heyecan idi bu.O sabah erken kalktım. Çok güzel , güneşli bir mayıs sabahı.İçim içime sığmıyordu. Bir gece önceden Ebru ve Burcu ile telefonla görüşmüş, herşeyin yolunda gittiği haberini almış ve ertesi gün için başarılar dilemiştik.O sabah benim aşırı heyecanımı gören eşim deniz kıyısında bir yürüyüşün bana sakinleşmem açısından iyi geleceğini söyledi.Eşim bana sakinleş diyordu ama o benden de daha panikli ve heyecanlı idi.İkimize de Fenerbahçe parkında bir yürüyüş iyi gelecekti. Hem bu mevsimde parkta  çeşitli çiçekler açmış olmalıydı.Hemen giyindik ve Fenerbahçe'ye doğru yürümeye başladık.Yürüyüş esnasında sokakların çok kalabalık, insanların çok özenli giyinmiş olduğu dikkatimi çekti.Herhalde dedim pazar sabahı olduğu için herkes böyle özenli giyinmiş.Burcu daha önceden ilan edilen yarışma programına göre sabah erken çalacaktı ama sonuç sanırım öğlen belli olacaktı. Zaten bugün gireceği son eleme idi. Bir kaç gün önce yapılan elemelerde kazanarak son elemeye kalmıştı Burcu.Deniz kıyısında hızlı yürüyüş bana ve eşime iyi gelmişti ama bütün aklım Paris'te ve Burcu'da idi. Heyecandan ve yürüyüşten zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım.Bir ara güneşin iyice yükseldiğini ve daha çok ısıttığını fark ettim. Tam ben saatin kaç olduğunu eşime soracaktım ki cep telefonumuz çaldı. Evden çıkarken heyecandan saat takmayı bile  unutmuştum.Eşim telefonu açtı, konuşmadan önce dinledi.Sessizlik bitmek bilmedi.Telefondaki kimdi ve ne anlatıyordu.İnsanlar bir kaç saniye içinde neler düşünüyor ve ne senaryolar yazıyor.O bir kaç saniye içinde neler düşündüğümü ve ne olaylar yarattığımı kafamda size anlatamam. Çok zor geçen bir kaç dakikadan sonra eşim telefonu hiçbir şey söylemeden bana uzattı.Telefonun öbür ucunda Burcu'nun sesini duydum.'Anneciğim,'diyordu. 'Annneler günün kutlu olsun.U.F.A.M Yarışmasında süperior seviyesinde birincilik ödülü aldım.'Birden aklıma geldi. O gün Mayıs'ın ikinci pazarı ve anneler günü idi. Bir an sokakların neden bu denli kalabalık olduğunu, insanların neden bu kadar özenli giyindiğini anladım. O gün anneler günü idi ve herkes anneler gününü kutluyordu , ben heyecandan anneler gününü unutmuştum. Eşim  de unutmuştu. Ama Burcu unutmamıştı. Burcu ,o gün yarışmanın en büyük ödülünü kazanarak bana yaşamımda aldığım en güzel anneler günü armağanını vermişti. Ondan sonraki senelerde de bir çok anneler günü armağanı aldım kızlarımdan.Ama o gün aldığım armağaını hiç unutmadım. O benim aldığım en değerli anneler günü armağanı idi. O armağanı aldığım andaki mutluluğu anlatmam için kelimeler yeterli gelmiyor.Mayıs ayında Burcu, Michel Margand ile de çalışmaya başlamıştı. Paris Orkestrası baş solisti olan aynı zamanda Konservatuarda Profesör olan Madam Margand hocamız Madam Gazeau'nun yakın arkadaşı idi ve hocamız bizi onunla da çalışmaya yönlendirmişti. Türkiye'de öğretmeninin bir başka öğretmenin değil çalıştırmak ,yanından geçmesine bile izin vermemesine alışık olan Burcu için bu olay pek rastlanan bir durum değildi. Bir hoca başka bir hoca ile öğrencisini paylaşıyor ve onun da çalıştırmasına imkan tanıyor , hatta bu olayı kendi düzenliyordu. Ama demek ki yurt dışında eğitim böyle yapılıyordu. Kompleksiz ve özenli,
  5,6,7,8 Haziran günleri Burcu, Espace Reuilly'de gerçekleşecek Opera Comique Orkestrasında çalmaya seçilmişti. Bu çok onur verici bir gelişme idi. Bu çalışmalardan sonra okul tatil olacak ve Burcu ile Ebru artık Türkiye'ye tatile gelebileceklerdi. Ebru da Sorbonne'de master eğitimini tamamlamış, tezini vermiş ve masterini almıştı.
  Bu bir yıl Paris'te çocuklarım için çok verimli geçmişti. Burcu çok başarılı bir keman eğitimi yapmış, Fransızcayı iyice öğrenmiş. Delf sınavlarından bir kaçını almıştı. Ebru da tezini ve masterini bitirmişti. Biz biraz fazla yorulmuştuk git ve gel ile ama netice çok güzeldi.
 Daha yolun başında idik oysa. Önümüzde çok günler, yıllar, sınavlar, diplomalar vardı....

Burcu'nun yaşamında çok önemli yer tutan kişi ve tanışma öykümüz


 Önce yukardaki resimleri açıklayayım. birinci resim Nation'da Burcu Göker'in devam ettiği Paul Dukas Konservatuarı.Sadece giriş kapısının  görüldüğü bu bina çok tarihi ve görkemli bir yapı idi.  İkinci resimde ise ben Lüksemburg Bahçelerinde çiçekler önünde görülüyorum.Bahar gelmiş, havalar ısınmış ve bahçelere çıkılmış. Paris'in tadına doyulmuyor.
 Bugünkü yazımda kaldığımız yerden devam etmek yerine bir geri dönüş yapacağım. Geçen gün yazılarımı okurken Burcu'nun yaşamında çok önemli yer tutan bir kişiyi ve onunla tanışma hikayemizi atladığımı fark ettim. İşte bugün o tanışmayı yazacağım.
 Şubat 1997 de Paris'te olduğumu ve Burcu'nun Salle Gaveau Konser salonundaki Orkestra konserini izledikten sonra Paris'ten İstanbul'a döndüğümü daha önceki yazılarımda yazmıştım. İşte o günler Madam Gazeau bize bir arkadaşının Türk bir piyanist arkadaşı olduğunu söyledi. Madam Gazeau'nun gene Paris Konservatuarında görev yapan arkadaşı Michelle Margand Paris'te yerleşmiş Türk Piyanist Hanıma Burcu'dan bahsetmiş. Bu arada Madam Margand bizi tanımıyor, arkadaşı Madam Gazeau'dan duyduklarını anlatıyor. Burcu'yu ,onun ne kadar yetenekli olduğunu ve Burcu'nun annesi yani benim de Paris'te olduğumu duyan Türk piyanist hanım bizleri tanışmak amacı ile evine çaya davet etmiş.
 İşte biz de yani Burcu , ben ve ablası Madam Gazeau ile buluşup bir gün Türk piyanist hanımın evine çaya gittik. O gün Madam Margand da gelecek ve onunla da tanışacaktık. Bu tanışmalar Burcu için mesleki açıdan çok büyük olanak olduğu kadar bizim yalnız Paris yaşamımızda da  sosyal bir  hareket olması açısından çok önemli idi.
 Paris'in en elit semtlerinden birinde çok şık döşenmiş bir apartımana girdiğimizde Burcu da ben de çok heyecanlı idik. Bizi evin sahibesi piyanist hanım ve iki küçük kızı , minik siyah köpekleri kapıda karşıladı. Madam Margand bizden önce gelmiş ve içerde oturuyordu. Piyanist hanımın samimi karşılaması, küçük kızların sevgi dolu hareketleri, Madam Margand'ın candan pırıl pırıl yüzü bir anda Burcu'yu ve beni rahatlatmış, kırk yıldır tanıdığımız kişiler arasında imişiz duygusu yaratmıştı.
  Tanışma çok çabuk geçti ve 3 sanatçı, bir sanatçı adayı ve bir sanatçı annesi arasında müzik dolu, sanat dolu bir sohbet başladı. O gün hangi dilden  konuştuğumuzu şu anda hatırlamıyorum. Zira konuşanların yarısı Fransız idi ve Fransızca ağırlıklı sohbet ediliyordu ama ben hepsini anlıyordum konuşmaların. Zira gönül dili ile konuşuluyordu.
  Sohbet  çok güzel bir çay masasında devam etti. Tam Türk işi poğacalar, börekler, Türk çayı . Harika bir misafirperverlik ve ağırlama. Paris'te maydanoz'un nereden bulunduğundan, poğaça tariflerine kadar hanımlar arasında yapılan sohbetten tutun da neler konuşmadık o masada.
  Piyanist Hanım da yıllar önce Paris'e eğitim amacı ile annesi ile beraber geldiğini ve Burcu'yu duyunca kendi çocukluğunun, çektiği ülke özleminin aklına geldiğini anlatıyordu. Ben sıkılıyorum ,Paris'te kimseyi tanımıyorum deyince de, 'Bizim annelerimiz çok daha zor şartlarda oturdular buralarda.O zamanlar otomatik telefon yoktu, Uçaklar çalışmıyordu, Kısacası ayda bir gün gelen mektubu, manyetolu telefonu, trenle gelen babaları düşünürseniz, siz çok şanslısınız . 'diye beni teselli ediyordu.
  Çay masasından kalkıldığında sıra müziğe gelmişti. Bu kadar sanatçı bir arada olunca yapılacak en güzel şeyi yaptılar. Piyanist hanım piyanosunun başına oturdu ve Madam Gazeau kemanını çıkarttı ve birden salon harika bir müzik sesi ile doldu. İnanılmaz güzel bir konserin ardından Piyanist Hanım 'Hadi Burcu , sıra sen de Kemanını aç bakalım.'dedi. Burcu hiç çekinmeden, üsteletmeden hemen kemanını açtı ve Devlet Sanatçımız çok değerli Verda Erman Hanımın piyanosu eşliğinde onun evinde bir dinleti verdi bizlere.
 Ben onlari dinlerken o kadar mest olmuşum ki ,köpekten korkarım,o siyah minik köpek yanıma çıkmış, elimin altına yatmış , bana sırtını kaşıtıyordu bu dinleti sırasında.
  Evet o gün evine gittiğimiz hanım değerli Piyanistimiz Verda Erman Hanımdı. O gün tanıdığımız Michelle Margand ile daha sonra yollarımız çok sık çakıştı ve çok emeğini gördük. Verda Hanım ile o gün başlayan sıcacık dostluğumuz devam etti. Bunları ilerleyen yazılarımda anlatacağım.
  O gün o evde duyduğum onuru, mutluluğu anlatamam. Burcu'nun yaşamında çok önemli bir yer tutan bu tanışmayı anlatmak istedim.