Hürriyet

28 Mayıs 2013 Salı

1997 Yılı Yılbaşı Gecesi Aldığımız En Anlamlı Hediye

 Yazıma eklediğim resimde Paris'teki mütevazi evimizde Burcu Göker ve kuşu Bıcırık görülüyor.
Bir önceki yazımda Fransa'da oturumumu da aldığımı artık yavaş yavaş tüm sorunlarımızı halledip bu ülkeye alıştığımızı yazmıştım.
  Bütün bunlar olurken Noel de yaklaşmıştı. Geçen yıl da noeli ve yılbaşını Paris'te geçirmiştik. Ama bu yıl Burcu ve ben yalnızdık noelde. Ama yalnızlığımızı düşünecek zamanımız yoktu. Zira Burcu bir dizi noel konseri teklifi almıştı. Çalışmaktan yılmayan ve  bu yabancı ülkede tek can yoldaşı olan kemanını çok seven Burcu için konser vermek büyük bir zevkti. 12. Bölge senfoni Orkestrasındaki  ve Konservatuar Oda müziği topluluğundaki daimi görevinin yanısıra gelen bütün Orkestra Konser tekliflerini değerlendiriyor ve hepsinde çalmaya gayret ediyordu. Bu olay ona mesleğinde büyük tecrübe sağlamasının yanısıra Paris'teki müzik aleminde de büyük bir tanıdık çevresi yaratıyordu.
  Geleli daha bir sene olmasına ve yaşının çok genç olmasına rağmen Orkestra konserlerinde ilk çağrılan isim olmaya başlamıştı.
  Maurice Ravel Gençlik Orkestrası'ndan  noel sonrası bir konser için teklif almış ve provalara gitmeye başlamıştı. Bu arada Courbevoie Belediyesinde bir konser teklifi de son günlerde aldığı konser teklifleri arasında idi.Üstelik bütün bu konserlerin tarihleri birbirine çok yakın , bir kaç gün aralı idi. Kısacası yoğun günlere bir başka yoğunluk daha ekleniyordu.
  Noel yaklaşıyor demiştim. Havalar da Paris'te soğumaya başlamıştı.Akdeniz iklimine alışkın olan bizler için kara ikliminin bütün özelliklerini taşıyan Paris kışları oldukça soğuk geliyordu. İstanbul'da pek takmadığımız atkı, eldiven ve kalın bereleri burada değerlendirip takmaya başlamıştık. Ama gene de bu eski, çok tarihi şehirde soğuk ve karlı günlerde gezmek, sonra da bir kafede sıcak kafe içmek çok zevkli oluyordu.
  İlk günler bana çok itici ve yalnız gelen bu şehir artık hoşuma gitmeye başlamıştı. Şehri tanıdıkça gezecek bir çok yer buluyor ve günlerimi değerlendiriyordum. Bu arada bazı olanakları da keşfetmeye başlamıştım. Örneğin Paris'in en meşhur müzesi olan Luvr Müzesi çarşamba günleri bedava idi. Gerçi şu anda tam hatırlamıyorum. Yanlış bir şey yazmayayım. Belli yaş grubuna ve Paris'de oturanlara mı sadece bedava idi . Onu tam hatırlamıyorum. Ama bana bedava olduğunu ve bir yıl sure ile hemen hemen her çarşamba Luvr Müzesini gezmeye gittiğimi hatırlıyorum. Her çarşamba Sabah saat 10 gibi çantamda gözlüğüm, müze rehberim, sandöviçim  kendimi müze giriş kuyruğunda buluyordum.Akşama kadar müzeyi gezip ogle tatilinde kafesinde sandöviçim ile kafemi içip akşam müze kapanış saatinden sonra eve dönüyordum. Her hafta bir bölümünü gezdiğim Luvr Müzesini ancak bir sene de tam bitirebildim.
  4 Gün turistik seyhate gelip bu süreye alışveriş, Versay Sarayı ve Luvr Müzesi gezilerini sığdırabilen kişilere hayranım.Bir günde bu büyük müzenin sadece bir pavyonu gezilebilir ancak.
  Bu arada gittiğim Konsolosluk ziyaretimde yeni bir arkadaş daha tanımıştım. O gün gene Turhan Beyi ziyarete gitmiştim. Turhan Bey'in odasına girdiğimde karşısında çok zarif, güzel bir genç hanımın oturduğunu gördüm.Turhan Bey bizi hemen tanıştırdı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu, Paris'e Sosyoloji doktorası yapmak üzere gelmiş olan Verda İrtiş adlı bir kızımızdı. Bir sure sohbet ettik ve hakikaten Verda Hanım'ın kültürüne, düşünce yapısına hayran oldum. O anda aramızda doğan arkadaşlık ilerleyen günlerde yerini derin bir dostluğa  bıraktı. Paris günlerimizde ve daha sonraları bana çok yakın bir dost , Burcu'ye çok yakın bir abla olan Verdacığımın hakkını unutamam.
  Noel yaklaştıkça Paris çok güzel oluyordu. Şehir süslenmiş, her taraf ışıl ışıldı. Her metro istasyonun çıkışına küçük tahta barakalar yapılmış ve bunlarda çeşitli süs ve hediyelik eşyalar satılıyordu. Sadece bu hediyelik eşyalara bakmak bile çok eğlenceli oluyordu. Bütün Paris'lier küçük , büyük hediye alma yarışına girmiş gibi idi. Büyük mağazalar sadece noel için inanılmaz vitrinler hazırlamışlardı.
  Hiç unutmuyorum. Sein nehri kıyısındaki Samaritane mağazası bütün vitrinlerini kuklaarla süslemişti. Ama ne süsleme. her vitrinde kuklalar ayrı bir dekor içinde idi.Birinde kuklalar evde yılbaşı yemeğınde,birinde çiftlikte, birinde partide.Bütün küçük çocuklar vitrinin önünde bu harika şeyleri seyretmek için yer kapmaya çalışıyorlardı. Ben de onlarla birlikte bir çocuk gibi büyük bir zevkle bunları seyrediyordum.
 Noel olayı ile birlikte bütün Parislilerle birlikte beni de bir heyecan sarmıştı. Biz de Burcu ile küçücük bir çak ağacı almış ve süslemiştik. Zaten küçük olan stüdyomuzda çarpmadan dolaşmak için büyük çaba sarfediyorduk.
  Noel günü Burcu Okul Orkestrası ile çok güzel bir konser verdi. Konsere Paris'te yaşayan tanıdıklarımızı daha doğrusu Paris'te tanıdığımız dostlarımızı davet ettik. Büyük çoğunluğu severek geldi. Konser sonunda salonun çıkış kapısında buluşup bir şeyler yiyip içmeye bir kafeye gittik. Herkes bu noel gecesi bir arada olmaktan ve Burcu'nun konserine gelmekten çok mutlu idi.
  Noelden bir hafta sonar yılbaşı kutlaması olacaktı ve biz yılbaşı yaklaştıkça iyice meyus olmaya başlamıştık.
 Yılbaşı gecesi kendi kendimize kutlamaya karar verdik.Tanıdıklarımız aileleri ile kutlayacaklardı sanırım.Bir de araba sorunumuz vardı. Bizi devamlı arabası ile dostlarımıza götüren Turhan Bey ailesini görmeye İstanbul'a gittiği için ulaşım sorunumuz da vardı. Zaten çoğu tanıdığımızı yılbaşı tatilini fırsat bilip bir uçak bileti uydurup Türkiye'ye ailelerini görmeye gitmişti.
  Biz de Burcu ile kendimize mütevazi bir sofra hazırlayıp Türk televizyonumuzun karşısında bir yılbaşı gecesi planladık. Ben bu arada ağacın altına Burcu'ya ufacık hediyeler koymayı ihmal etmedim.
  O gün akşam üzeri evde buluştuğumuzda ikimizde iyice meyustuk.İyi ki Türk televizyonumuz vardı. Sabah Türkiye'den eşim ve arkadaşlarımızı telefon etmiş ve yeni yılımızı kutlamıştı.
  Biz yavaş yavaş akşam  soframızı hazırlarken birden kapı çaldı. Genelde kapı pek çalmaz. Diafondan kim o soruma çok tanıdığım bir ses benim dedi. İmkansız ses eşimin sesine benziyordu ve İstanbul Paris arası gelmesi imkansızdı. Sabah Türkiye ile telefonla konuşmuştum.Asansör 11.kata nasıl çıktı ve ben asansörün kapısının açılmasını nasıl bekledim hiç hatırlamıyorum. Asansörden eşim elinde valizi çıkınca hisssetiğim mutluluğu anlatamam. Benim sevinç çığlıklarıma içerden Burcu da koştu.
  Eşim bize süpriz yapıp hiç haber vermeden bir bilet alıp yılbaşı günü Paris'e gelmiş. Bizi buralarda yalnız bırakmaya gönlü razı olmamış. Gelirken bavuluna benim ve Burcu için ufak hediyeler koymayı da ihmal etmemiş. Ama bu yılbaşı günü aldığımız en büyük ve anlamlı hediye onun gelmesi olmuştu.
  Evet 2 gün sonra gidecekti ama önümüzde beraber yaşanacak bir yılbaşı gecesi ve iki dolu gün vardı. Ne harika bir şey değilmi.........
 

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Fransa'da oturum alıyorum.

 Yazıma başlamadan önce yukardaki resmi açıklayayım. Burcu Göker bu resimde Paris'te  bir orkestra çalışmasında görülüyor. Bu Orkestra Paris Konservatuar öğrencilerinden oluşan bir orkestra idi ve bir alşıveriş merkezinde verilen bir konser sırasında çekilmişti bu resim.
 Şimdi yazıma kaldığım yerden devam edebilirim. Saniye Hanımlara gece yaptığımız ziyaret sonuncunda evimize Satalit anten bağlatma olayını başlattığımızı ve bir kaç gün içinde Türk televizyonun seyredebildiğimizi önceki yazımda anlatmıştım.
 Artık ilk geldiğimiz günlere nazaran  daha iyi idik. Bir kaç ay içinde Paris'te bir çok arkadaşımız olmuştu, evimizde Türk televizyonumuz vardı. Bizden daha mutlu kimse olamazdı.
  Bütün bu günler Burcu eğitimine son hızla devam ediyordu. Konservatuardaki keman ve yardımcı derslerin eğitimi, Lisan dersanesi, ek keman dersleri her gününü kapsıyordu. Fransızcayı artık iyice öğrenmeye başlamıştı. Lisan dersanesinde öğrendiklerini okulunda, günlük yaşamında pekiştirerek Fransızcanın iyice yerleşmesini sağlıyordu. Ben de Fransızca kursuna gittiğim zaman dikkat ettim. Bir dil en iyi onu konuşan ülkede öğreniliyor. Zira okulda iki saat dil eğitimi yapıyorsunuz ve okuldan çıkıyorsunuz. Metroda, markette, günlük yaşamda hep o dili konuşuyorsunuz, ilanlar hep o dilden. Dolayısı ile öğrendiğiniz dil sokakta yaşamınıza iyice oturuyor. Oysaki başka bir ülkede öğrendiğiniz dil öyle mi. Örneğin Türkiye'de dil okuluna gidiyorsunuz. Okuldan çıktığınız andan itibaren ,dil okul sınırları içinde kalıyor. sokakta, gündelik yaşamda yaşadığınız ülkenin dilini konuşmak, duymak zorundasınız.Ben bir de bir konuya çok gülüyorum. Türkiye'de yaşayan bazı aileler , anne baba Türk olmasına rağmen çocukları ile gündelik yaşamda başka bir dil kullanıyorlar. Geçen gün sokakta rastladım. Anne Türk. Çocuğu ile Fransızca konuşuyordu. Çevremde bu örnekler çok var. Çocuğun yaşadığı travmayı düşünebiliyormusnuz. Sokakta başka bir dil. Anne baba arasında başka dil. Ona hitap edilen başka bir dil. Ne gerek var bu özentilere anlamadım.
  Neyse gene konumuzdan uzaklaştık.Burcu'nun psikolojisi de iyice düzelmeye başlamıştı. Gerek çevremizde yeni tanıdığımız arkadaşlarımız , gerek evimize bağlanan yeni anten Burcu'yu eski bedbin halinden almış, gittikçe mutlu bir hale getirmeye başlamıştı. Tabii bunda benim de payım çok büyük. Hiç mütevazi olmayacağım. Evladımın bu zor dönemi atlatması için adeta bir psikolog gibi onunla 24 saat uğraştım. Fena mı oldu. Bütün bu uğraşlar bana dünya vatandaşı bir evlat yetiştirme zevki vermesinin yanısıra, insanları tanımak, anlamak konusunda büyük bir sabir ve beceri sağladı.
  Bu arada Burcu eğitim gördüğü Paris 12. Bölge Paul Dukas Konservatuarında bazı sınavlara girmesi gerekiyordu. Paul Dukas Konservatuarı 12. bölge Belediye KOnservatuarı idi.Bu konservatuarda okuyanların bütün sınıf geçme, bitirme sınavları Chatelet metrosunda bulunan Maison de Konservatuar da jüri önünde yapılıyordu. Yani Paris'teki, bütün Belediye KOnservatuarları Konservatuarlar Birliğine bağlı idi ve sınavlar tek merkezde aynı jüri önünde yapılıyordu. Dolayısı ile öğrencileri daha tarafsız değerlendirebiliyorlardı. Torpil. adam kayırma , tanıdık gibi ülkemizde geçerli olan şeyleri burada görmek imkansızdı. Bu durum Burcu'nun çok hoşuna gitti. Zira Burcu iyi olanın tarafsız kişiler karşısında mutlaka değerlendirileceğine inanıyordu. Gerçekten de kendisini, hiç tanımayan , ilk defa dinleyen kişiler önünde başarılı olmak Burcu'yu daha da motive etmişti.
   Burcu Paul Dukas Konservatuarında Keman, solfej, oda müziği ve Orkestra dersleri görüyor ve bunlardan sınava girmek zorunda idi. Tabii bu sınavların yanısıra hocası onu gene uluslararası keman yarışmalarına hazırlıyordu..Önümüzdeki günler çok yoğun geçeceğe benziyordu.
  Bu arada yıl sonuna doğru yaklaştıkça benim geçici vizemin süresi bitmeye ve carte de sejur alma zamanım gelmeye başlamıştı. Paris Yabancılar Polis Müdürlüğünden alınacak bu oturum için gerekl evrakları hazırlamay başlamıştım bile. Öncelikle Fransa'da çalışmadığımı, gelirimi yurt dışından temin ettiğimi gösteren belgeler, oturacak evimin olduğunu gösteren belgeler,bbanka kayıtları, Fransa'da bulunma sebebimi izah eden belgeler yani Burcu'nun okul kayıtlar falan, benim sağlık sigortam kısacası koca bir dosya. Kolay değildi Fransa'da otorum almak.
Ama ben bu konuda öğrencilere gore daha şanslı olduğumu Polise gittiğim zaman daha iyi anladım.Bana bu oturumu almada Ozan evladım yardım edecekti. Zira ben yeterli Fransızca bilmiyordum. neyse oldukça zahmetli bir günün sonunda oturumumu aldım. Benimle birlikte oturum almak için sıra bekleyen öğrenciler hala beklerken ben onlardan daha çabuk oturum almıştım. Olayda  ters olan esas onların oturuma ihtiyacı vardı ama ben ekonomik durumda daha sağlam belgeler sunduğum için onlardan once oturum almıştım.
  Artık Fransa'da resmen oturmu olan bir kişi idim. Tabii bir seneliğine. Burada bulunduğum sürece her yıl tekrarlanacaktı bu seramoni. Oturumumun bir iyi tarafı da oturumu almak için yaptırdığım sağlık sigortası bana Fransa'da iyi bir sağlık güvencesi sağlamıştı. Bu da benim yaşımda bir kişi için oldukça faydalı bir imkandı.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Paris'teki evimize Satalit Anten bağlandı.

  10 Kasım 1997 günü Paris'te yapılan Atatürk'ü anma toplantısını ve bu etkinliğin Paris basınındaki yansımalarını bir önceki yazımda sizlerle paylaşmıştım.
   10 Kasım gününden sonra Burcu derslerine, ben de Paris'teki günlük yaşamımıza dalıp gitmiştik. Ana artık yalnız değildik. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını anlatırken bahsettiğim, büyük kızımın arkadaşı Ozan evladımız artık bizi hiç yalnız bırakmıyordu. O da ailesinden uzaktı. Paris'te siyasal Bilgiler konusunda master yapan bu evladımız, Burcu'yu kız kardeşi, beni de annesi yerine koymuştu. Hergün arıyor,bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını soruyordu. Zira ben yeterli Fransızca bilmiyordum. Benim Paris'te yaşamak için gerekli bürokratik olaylarda FransIZca iyi bilen birine olan ihtiyacımı Ozancığım yerine getiriyordu. Biz de yalnız gecelerimiz de onun okuldan çıkıp geleceği akşamları iple çekiyor, ailece yediğimiz akşam yemekleri yalnız dünyamızda bir şölene dönüşüyordu.
  İşte o günlerde bir gün Paris Başkonsolosluğu Eğitim Müşavirimiz Turhan Kebelioğlu Bey telefon etti. Akşama Saniye Hanımların bizi yemeğe beklediğini, bizi araba ile gelip alacağını söyledi. Saniye hanım, eşi Ahmet bey ve çocuklarını daha önce tanımıştık ve çok sevmiştik. Ama hiç evlerine gitmemiştik. Seydişehirli olmaları ve bizim de Seydişehirle olan gönül bağımız sebebiyle çok sevgi duyduğumuz bu ailenin daveti bizi fazlası ile mutlu ettik. Paris'teki sakin ve yalnız yaşamımıza bir güneş doğmuştu birden bire. Akşama kadar büyük bir heyecanla hazırlandım. Okuldan dönen Burcu bu daveti büyük bir coşku ile karşıladı. Akşam Saniye Hanımların Epinay Sur Seine'deki evine gitmek üzere Turhan Bey'in arabasına bindiğimizde mutluluğumuz sonsuzdu.
  Saniye Hanımların son derece güzel döşenmiş evine girdiğimizde ilk defa Paris'te içimde bir ışığın yandığını hissettim. Bu ışık kapıda bizi karşılayan Yurdakul ailesinin tüm fertlerinin gülen, sevgi dolu yüzlerini görünce daha da arttı. İçerde bizden başka bir genç hanım ve beyi vardı. Sarı saçlı, uzun boylu, çok modern beyaz bir giysi içinde bizi karşılayan ve Fransız olduğunu sandığım hanım ,birden çok güzel Türkçe konuşmaya başlayınca şaşırdım.İşte daha sonra Paris'te yaşamımızda çok yer tutan ve hala büyük sevgi ile buluştuğumuz Gülgün ve Sabri Elmacıgil'lerle böyle tanıştık.
  Bu tanışma töreninin ardından harika hazırlanmış masaya geçtiğimizde şaşkınlığım daha da arttı. Saniye Hanım çalışan bir hanımdı. Ne zaman bu kadar tafsilatlı ve güzel yemeklerı hazırlamış, bu özenli masayı kurmuştu. Sanırım bu evde periler vardı. Bir süre sonra evdeki perilerin sırrı çözüldü. Evin iki kızı Habibe ve Şule kardeşler hakikaten peri kızı gibi idi. Yaşları 12,13 olan bu iki küçük kız sanki bir peri gibi siz fark etmeden tabakları değiştiriyor, servis yapıyor, harika yemek sunumları hazırlıyordu. Bir yandan da okullarında çok başarılı olan bu iki küçük kızın ve henüz okula gitmeyen küçük kardeş Şakir'in yetiştirilişlerine hayran olmamak imkansızdı.
  O gece ki davet bizim Paris'teki yaşamımızda yeni bir sayfanın açılmasına neden oldu. Yemekten sonra oturup kahvelerimizi içerken Sabri kardeşimiz evimizde Türk televizyonumuz olup olmadığını sordu. O güne kadar sadece 6 kanal Fransız televizyonunu seyreden bizim için Türk televizyonu  ulaşılamayacak bir hayaldı. Paris'te sorabileceğim kimseyi tanımıyordum. Sorsam bile çok yüksek fiata mal olacağını düşünüyordum. Zaten biz Paris'te zor geçiniyorduk. Bir de binlerce frank vererek nasıl Satalit anten bağlatabilirdik. Ben Sabri'nin televizyon sorusuna bütün endişelerimi belirterek cevap verdim. O anda aldığım cevap beni şaşırttı. Evet Paris'te Türkiye televizyonunnu çeken Satalit anten yaptırmak belki 2,3 sene önce çok pahalı idi. Ama bizim konuştuğumuz günlerde daha önceleri onbinlerce frankla ölçülen bu anten işi gelişen teknolojik şartlarla 1500 fransız frangına inmişti, bu da bizim ulaşamıyacağımız bir beden değildi. Yarım saat içinde Ahmet ve Sabri hemen ertesi günü tanıdıkları bir televizyoncuyu bizim eve yönlendirmek ve acilen bize anten bağlatmak üzere sözleşmişlerdi bile. Farkındaysanız  artık Ahmet Bey, Sabri Bey demiyorum.İkisi de kardeşim yaşında olan bu beyler o geceden itibaren benim kardeşim oldular zaten
  Bu benim için ne büyük bir muıtluluktu. Artık Paris'te Türk televizyonu seyredebilecektik.İnanamıyordum. O geceden sonra ertesi gece gene Saniye Hanıma yemeğe gittik. Saniyeciğim bizim yalnızlığımızı yenmemiz için elinden geleni gayreti gösteriyor ve bize bir aile oluyordu. Zira kendisi de yıllar önce Paris'e gelmiş ve aynı duyguları yaşamış.Anlayacağınız damdan düşenin halinden en iyi damdan düşen anlıyor.
  Bir kaç gün sonra evimize gelen Türk televizyoncu Satalit antenimizi bağladı ve biz o gece ilk defa evimizde Türk kanallarını seyrettik. Harika bir duygu idi.İnsanın kaybettiği ve alıştığı bir şeyi tekrar bulması kadar güzel bir duygu yok sanırım.
Yazıma eklediğim resmi açıklayayım.Yurdakul Ailesi bizim mütevazi evimizde bir yaşgünü kutlamasında. Bu resim 2000 yılında çekilmiştir.

17 Mayıs 2013 Cuma

10 Kasım 1997 Atatürk Paris'te anılıyor.


  Yazıma başlamadn önce eklediğim görselleri açıklamak istiyorum. Birinci resimde Burcu Göker 10 Kasım 1997 tarihinde Paris BaşkonsolosluğununAnadolu Kültür Merkezi ile ortaklaşa düzenlediği Atatürk'ü anma merasiminde Türkiye'nin ilk kadın valisi Muğla valisi Lale Aytaman ile görülüyor. İkinci görsel ise bu törenin Paris basınındaki yansımalarını görüyorsunuz.
  29 Ekim 1997 Cumhuriyet Bayramı kulamalarını ve bu kutlamalarda Burcu Göker ile Hyum Hwa'nin verdiği harika konseri önceki yazılarımda yazmıştım. Sanırım o konser çok beğenildi ki bir hafta sonra bir haber geldi. 10 Kasım günü Anadolu Kültür Merkezi'nde Paris Konsolosluğu ile ortak yapılan Atatürk'ü anma gününde Burcu Göker ile Hyun Hwa'nın  bir konser vermesi isteniyordu. Burcu gibi ülkesini, Atasını bu kadar çok seven bir Türk genci için bu anlamlı günde çalmak büyük bir şeref olacaktı. Ama Hyum Hwa'yı ne yapacaktık. Neyse ki Hyum Hwa olaya çok sıcak baktı ve hemen bu konserin hazırlıklarına başladılar.
 10 Kasım günü Paris merkezde bulunan Anadolu Kültür Merkezine geldiğimizde gördüğümüz kalabalığa şaşırdım. Daha önceleri adı geçen Kültür Merkezine bir kaç sergi için gelmiştik. Yerinin çok merkezi olması ,Başkanı Dr. Demir Fırat Önger Beyin sıcak, samimi dostluğu bu merkezi sık sık uğranan bir yer haline getirmişti bizim için. Ayrıca çok güzel etkinliklere, sergilere de ev sahiplıği yapması bu uğramaları arttırıyordu.
  Aziz Atamızın ölümünün 59. yıldönümü sebebiyle düzenlenen etkinlik Merkez Başkanı Dr. Demir Fırat Önger Bey'in Hoşgeldin konuşması ile başladı. Daha sonra Paris Başkonsolosu Ali Engin Oba Bey'in ve 'Mustafa Kemal 'adlı kitabın yazarı Alexandre Jevakhoff'un Atatürk ile ilgili konuşmaları ile devam eden etkinliğe 200 kişiden fazla kişinin katıldığı gözden kaçmıyordu. Dışişleri Kültür Dairesi Başkanı Metin Göker Bey'in başkanlığını yaptığı 30 kişilik bir heyet te etkinliğe katılanlar arasında idi. Ayrıca Türkiye'nin ilk kadın valisi Muğla valisi Lale Aytaman Hanım da etkinlikte davetli idi.
  Bu arada dikkatimi çeken bir olay oldu. Dişişlerinden görevli Metin Göker Bey ve Türk Dernek Başkanı Mehmet Göker Bey ile soyadı benzerliğinden başka bir  tarafımız yoktu. Yani akraba değildik. Ama herkes Burcu'yu Mehmet Göker Bey'in çocuğu sanıyor ve onu tebrik ediyorlardı. Mehmet Bey de sürekli 'Keşke Burcu gibi bir evladım olsa' diyordu. Daha sonra Mehmet bey'in o günkü konser ile ilgili gazetesinde yazdığı ve ses getiren başyazısından da bahsedeceğim.
  Etkinliğin sonuna doğru Burcu ve Hyun Hwa Jean -Marie Leclair'in iki keman için opus 1 sonatını seslendırdiler. Salonda biri Türk diğeri çok uzak ülkelerden iki genç kemancının bu dinletisi büyük coşku ile karşılandı ve çok övgü aldı. Tebrikler, ikramlar, fotoğraf çekimi ile sonlanan etkinlik gerçekten bu uzak diyarda yalnız olmadığımızı belirtmesi yönünden bizim için unutulmazdı.
  Etkinlik Paris Türk basında epey ses getirdi. Bu arada Mehmet Göker bey bir kaç gün sonra yazdığı başyazısında bu etkinliğe ve Burcu Göker ile Hyum Hwa'nin konserine geniş yer verdi. Mehmet Bey'in o yazısında beni çok etkileyen bölümü sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
  Mehmet Bey Burcu ile Hyum Hwa'nın konserini övdükten sonra Atatürk'ün bir sözü ile devam ediyor yazısına. Ulu önder ' Herşeyi olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.'demişti bir söylevinde. Mehmet Bey de bu söze istinaden sanatçılara gerekli ilgiyi gösteriyormuyuz,destekliyormuyuz sorgulamasını yapıyor.
 Mehmet Bey yazısının sonunda Burcu ya şöyle hitap ediyor. 'Burcucuğum seninle gurur duyuyoruz.Kendi imkanlarınla bir yerlere gelmeye çalışacaksın, sakın biz büyüklerden bir şey bekleme.Çünkü biz yazan, çizen ve yöneten olarak çok cimriyiz.Verecek pek bir şeyimiz yok. Ama kendi imkanlarınla basamakları teker teker çıkar ve bir yerlere yükselirsen, hele göğsünde bayrağımız da varsa seni paylaşamayız.Ne yazık ki en iyi yaptığımız şey budur.'diyor. Bu yazı beni çok etkiledi. Ne kadar doğru olduğunu geçen yıllarda daha iyi anladım.

14 Mayıs 2013 Salı

Michele Margand ve Francois de Bourbon , yaşamımızda iki önemli kişi


  29 Ekim 1997 de Epinay Sur Seine'de Cumhuriyet Bayramı kutlamasını ve bu kutlama  sonucunda Paris'te atılan yeni dostluk temellerimizi ve artık bu güzel şehirde yalnız olmadığımızı daha önceki yazımda yazmıştım.
  Bütün  bu olayların  arasında Burcu başarı ile Paul Ducas Konservatuarında Madam Gazeau ile keman, diğer hocalarla Formation Musicale, Chamber Music ve Orkestra derslerini yürütüyor, 12. Bölge Senfoni Orkestrasında çalıyordu. Ayrıca bir önceki yıl sonunda Madam Gazeau'nun tanıştırdığı ve Ünlü kemancımız Suna Kan Hanımın Paris'teki eğitim yılllarında sınıf arkadaşı olan Michele Margand ile her hafta ilave ders yapıyordu.
  Biraz Madam Margand'dan bahsedeyim.
  Madam Margand, Madam Gazeau'dan bir kaç yaş büyük, zarif ve Madam Gazeau gibi hakiki Fransız bir hanımdı. Bunu özellikle belirtiyorum. Zira Fransa devamlı göç aldığı için nesiller karışmış ve hakiki Fransız çok az kalmış. Madam Margand da Madam Gazeau gibi Natıonal Süperior de Music Paris'ten çok iyi derecelerle mezun olmuş ve Suna Kan Hanım'ın sınıf arkadaşı olan bir kemancı hanımdı. Çok genç yaşlarında tanıdığı Suna Hanımdan çok güzel etkilenen Madam Margand Türkleri ve Türkiye'yı büyük bir aşk ile seviyordu.Kemanına ve mesleğine aşırı bağlı olan ve Konservaturda profesör olarak görev yapan Madam Margand mesleğine olan düşkünlüğünden geç yaşlarda bir evlilik yapmıştı. Eşi  Francois de  Bourbon  Fransa Kralı 14. Luis'in torunu Bourbon hanedanından asil bir beydi. Bourbon Hanedanı, Avrupa'nın en önemli kraliyet ailelerinden birisi oluyor.Bourbon Kralları ilk olarak Navarra Krallığına ve Fransa'ya 16. y.y da hükmettiler.18. yy da ise Bourbon hanedanı üyeleri İspanya, Napoli, Sicilya ve Parma'da saltanatı ele geçirdiler. İspanya ve Lüksemburg hala bu ailenin üyelerinin oluşturduğu  monarşiyle yönetilmektedir. İşte Mösyö Francois da  önceki İspanya Kraliçesinin ilk çocuğu ve o günlerdeki İspanya Kralının ağabeyi oluyordu. Masal gibi bir öykü bu. Ama burada anlatmayacağım.Ben ilk dinlediğimde ve tanıştığımda çok etkilenmiştim. Ama bu iki insan, yani Francois ve Madam Margand bize o kadar büyük yakınlık ve sevgi gösterdiler ki bir süre sonra onları hanedan mensubu değil ailemizden birer fert gibi görmeye başlamıştık.
  Burcu ve ben her hafta evlerine gidiyor , misafirleri oluyorduk. Burcu Madam Margand ile keman çalışıyordu. Ben de onlar çalışırken salonda oturup tabloları, eşyaları seyredip böyle kişileri tanıdığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyordum. Aklınıza asil oldukları için onları tanımaktan övünç duyduğum gelmesin. Bu kadar kibar, sevgi dolu, bizlere yakınlık gösteren kişileri tanıdığım için çok mutlu idim.
  Eşim her ay bizi görmeye Fransa'ya geliyordu. Eşimi her gelişinde hoşgeldin yemeğine davet ediyorlar ve o ortamda kraliyet armalı tabaklarda  bizim için Madam Margand'ın kendi elleri ile hazırladığı yemekleri yemek büyük bir zevk oluyordu. Onlardan çok şeyler öğrendik. Gerçek asaletin burnu büyüklük olmadığını gördük. Mösyö Francois gayet mütevazi bir sigorta şirketinde çalışıyordu. Kendi arabasını kendi kullanıyordu. Gören onu bir prens değil alaade bir Parisli zannederdi.
 Bir kaç yıl sonra Madam Margand Ankara'da bir masterclass yapmak için davet edildi. Biz Burcu ile Paris'te idik. Eşini de Türkiye'ye getirmek ve bu ülkeyi tanıtmak isteyen Madam Margand,  İstanbul'da çalışan eşime Mösyö Francois 'yı bir kaç gün misafir edip edemeyeceğini sordu. Ne demek. Onlar bizi günlerce ağırlamışlardı. Mösyö Francois'yı İstanbul'da misafir etmek eşim için bir zevk olacaktı. Yalnız bir sorun vardı. Eşim Fransızca bilmiyordu. Fransuva ise Türkçe. Bugüne kadar hep Burcu onlara tercümanlık yapmıştı. Şimdi iki adam yalnız kalınca nasıl anlaşacaklardı. Madam Margand her zamanki harika iyimserliği ile aynı yaşta iki adam anlaşırlar nasılsa dedi. Hakikaten Mösyö Francois İstanbul'a geldi ve 4 gün evimizde kaldı. Eşim işinden özel izin aldı ve ona köşe bucak İstanbul'u gezdirdi. Hakikaten iki yaşlı adam çok iyi anlaşmıştı. Demekki insanların anlaşması için gönül dili yeterli oluyor.
 Eşim bu gezileri hep anlatır. Francois 'nın İstanbul'a nasıl hayran olduğunu,gelmeden İstanbul hakkında bir dizi kitap okuyup bir çok bilgi toparladığını, her gezdiği yer hakkında nasıl bilgi sahibi olduğunu anlatır. Bu arada onun kibarlığından örnekler de verir. Devamlı toplu taşıma araçları ile gezdikleri İstanbul'da kadın yolcular ayakta iken hiçbir zaman oturmadığını ve hep yer verdiğini anlatır. İşte asalet bu olsa gerek. Hangi yaşta olursa olsun  kadınlar ayakta iken ,bir erkeğin oturmayacağını sürekli vurgulardı Mösyö Francois. Bu olay otobüste vapurda yaşlı, hamile, çocuklu kadın yolcuyu görüp kalkmamak, yer vermemek için uyur numarası yapan genç erkeklerimize duyurulur. Bu konu ile ilgili bir anımı burada anlatmadan geçemeyeceğim.
  Bir gün Paris'te otobüs ile Burcu ve ben bir yere gidiyoruz. Vakit akşam ve iş dönüşü olduğu için otobüs alabildiğine kalabalık. Burcu ve ben ilk duraktan bindiğimiz için oturuyoruz. Duraklardan birinden çok yaşlı bir bey bindi. Burcu her zamanki kibarlığı ve büyüklerine saygısı ile hemen kalktı ve ayakta durmakta zorlanan beye yerini, vermek istedi.Bey. imkansız kabul etmeyeceğini ve Fransa'da bir erkeğin hangi yaşta olursa olsun bir hanımdan yer kabul edemeyeceğini söyledi. Burcu da Türk olduğunu ve büyükleri ayakta dururken yaşça genç olanların oturmayacağını, bunun örf ve adetlerimize aykırı olduğunu belirtti. Olay bir anda iki ülke insanının adetlerinin anlatıldığı duruma geldi. Neyse bir anda harika bir çüzüm bulduk. Sıkışıp 3 kişi bir yere oturduk da milletlerarası sorun çıkmadı. İşte Fransız erkeğinin kibarlığı bu.
  Paris'te yaşadığımız 7 yıl boyunca Madam Margand ve Mösyö Francois  bir çok yakınlık gösterdiler. Bizi Paris yakınlarındaki tarihi yerlere, kendi aile şatolarına götürdüler, gezdirdiler, Madam Margan dile ilgili çok güzel başka anılarımı yeri gelince gene anlatacağım. Mösyö Francois'nın bize hediye kendi aile şatosunun gravürü şu anda Bodrum'daki evimizde  asılı duruyor. Onu her görüşümde yaşamımın bir döneminde tanıdığım bu iki kişiyi büyük bir sevgi ile anıyorum.
Yazımı bitrimeden önce yukardaki resimleri izah edeyim.
Paris'teki evimizde Burcu Göker'in kuşu Bıcırık komşumuz Yara'nın oğlu Julian ile. İkinci resimde Burcu bir konser öncesi kuliste. Üçüncü resimde ise Madam Margand, Burcu ve Ben aile şatolarının bahçesinde

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Burcu Göker ve Hyum Hwa'nın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramındaki resitalleri

  Şimdi artık 29 Ekim 1997 günü Epinay Sur Seine'deki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını anlatabilirim. Benim için çok önemli bir tarih olan bu gün, adeta Paris'teki yaşamımızda bir dönüm noktası bile sayılabilir. Daha önceki yazılarımda Paris'teki günlerimizde yalnızlığımızı , sorunlarımızı çözmekte karşılaştığımız dil problemimizi , gurbet sancılarımızı anlatmıştım. Bütün bu sorunların altından kalkabilmek içinde silkelenmemiz ve yeniden çevremizi kurmamız gerktiğini söylemiştim. İşte 29 Ekim töreninde atılan dostluk temelleri bizim Paris yaşamımızda sıkı sıkı tutunmamızı sağladı.
  Törenden bir kaç gün once büyük kızım Ebru, Türkiye'den telefon ederek St Benoit Lisesinden bir arkadaşının Paris'e Siyasal Bilgiler konusunda master yapmak için geleceğini ve benim telefon  numaramı verdiğini söylemişti. Ben günlük sorunlar arasında unuttum. 29 ekim günü bizi Epinay'daki törene gene Turhan Kebelioğlı Bey götürecekti. Burcu ile beraber konser verecek olan Hyum Hwa da bize gelecek ve Turhan Bey bizim evden bizleri alacaktı. O gün evden çıkmadan bir saat once bir telefon geldi. Genelde ben yeterli Fransızca bilmediğim için telefonları açmıyordum.Ama Burcu meşgul olduğu için ben açmış bulundum. Karşı tarafta bir genç Türkçe konuşuyordu. Önce kendini takdim etti. İsmi Ozan Yiğit Keskin olan genç, kızım Ebru'nun St. Benoit'ten arkadaşı olduğunu ve Paris'e okumaya geldiğini, bizi en yakın zamanda tanımak istediğini söylüyordu. Ben hemen Epinay'daki törene onu davet ettim. Orada bulunacağımı ve tanışmaktan büyük zevk alacağımı da belirttim. Paris'i iyi bilmeyen delikanlı, çok iyi Fransızca bildiği için yolu bulabileceğini ve muhakkak geleceğini söyledi.
  O gün törenin yapılacağı büyük salona gidince gerçekten çok etkilendim. Onlarca çocuk, genç bu törende sahne almak için hazırlanmış, folklor kıyafetleri  ile bekliyordu. Salon hınca hınç dolu idi. Bölgedeki Türkler, Konsolosluk mensupları, İşveren Türkler salonda yerlerini almıştı. Burcu ve Hyun Hwa konser sıraları gelene kadar benimle protokolda ayrılan yerde oturacaklar, sonra da konserlerini vereceklerdi.Bize Konsolosluk mensupları ile protokolda 1. sırada yer ayrılmıştı. Salon girişinde açık büfe ikramların hazırlandığını görünce törene gurbetteki sevgili Türk kardeşlerimin ne denli titizlıkle hazırlandığı düşüncesi  beni çok duygulandırdı. Töreni Türk Başkonsolosluğu ile ortak tertipleyen Epinay sur Seine Türk Derneği idi . Çok güzel bir tesadüf dernek başkanı da daha once yazılarımda bahsettiğim Seydişehirli Saniye Yurdakul Hanımdı. Böyle görkemli ve güzel bir töreni ancak ülkesini bu kadar çok seven bir Hanımın tertipleyebileceğini o gün bir kez daha anladım.
 Tören büyük bir çoşku ile başladı. İnsan ülkesinden uzak olunca kendi özgün müziği, folklor dansaları ne kadar cazip geliyor.Bütün salon büyük bir çoşku ve mutlulukla bugüzel bayramı kutluyorduk. Paris ve çevresine yerleşmiş Türk ailelerin orada doğmuş ve okuyan çocukları  az bilidikleri Türkçeleri ile günün anlamını gösteren şiiirler okuyorlar, şarkılar söylüyorlar ve yöresel dansları yapıyorlardı. Herkes çok mutlu idi.Bu arada programa gore Burcu ve Hyum Hwa'nın da sırası geldi ve çıkıp konserlerini verdiler. Salondaki Türkler biri Türk, diğeri çok farklı ülkeden bu iki genç çocuğun keman resitalini büyük zevkle dinleyip , büyük coşku ile alkışladılar.Bu arada törende ara oldu. Ben de herkes gibi davet edildiğim açık büfeden içecek bir şey almak üzere yerimden kalktım. Vatan özlemi, Bayram coşkusu bizi susatmıştı. O esnada yanıma genç bir delikanlı yaklaştı. Adının Ozan olduğunu söyleyen delikanlı benim gelmeden once telefonla törene davet ettiğim Kızımın arkadaşı Ozan Yiğit Keskindi.Benim davetim üzerine gelmiş ve beni tanımadığı için etraftakilere sormuş ve onlar da beni göstermişler. İşte o gün biz Ozanla tanıştık. O günden sonra Ozan benim Gurbet evladım , ben onun Gurbet annesi oldum. Ozan bizi yıllar sonra hala ziyaret eder ve uzun yıllar Paris'te paylaştığımız acı ve tatlı anılarımızı yad ederiz beraberce.
 O gün törende Paris Başkonsolosumuz Ali Engin Oba Bey de vardı ve o gün onu da tanımaktan büyük onur duyduk. Daha önceden tanıştığımız Saniye Hanım ve ailesi ile kaynaşmamıza büyük vesile olan bu törenin yaşamımızdaki önemini sanırım anladınız. Biz o gün törende tanıştığımız Türk dostlarımızla büyük dostluk fidanları dikmiştik ve bu fidanlar sayesinde Paris'te yaşamımız daha kolay, daha yaşanır ve daha güzel oldu. Sadece Paris'teki yaşamımız değil daha sonraki yaşamımızda da her zaman sevgi ile anacağımız güzel dostlar edinmiştik o gün.
Bu güzel ve görkemli Cumhuriyet Bayramının Paris'teki Türk basınında ve Türk camiasındaki yankıları çok oldu. Burcu ile Hyum Hwa çok takdir aldılar ve daha sonra da anlatacağım bir çok konsere davet edildiler. Hyum Hwa da bu çok anlamlı günde çalarak Türk camiasına girmiş oldu. Arık onu da Paris'teki Türk dostlarımız tanıyordu.
 

5 Mayıs 2013 Pazar

9 aydır yüzünü görmediğim yavrumun resmini internette görünce ağladım.

1997 Yılında Paris Pantheon önünde görülüyorum.
 29 Ekim 1997 de Burcu Göker'in Epina Sur Seine'de Cumhuriyet bayramı kutlamalarında  bir konser vermek üzere T.C Paris Başkonsolosluğundan bir davet aldığını önceki yazımda yazmıştım. İşte o Cumhuriyet Bayramı kutlaması Paris'te başlayan yaşamımızda bir merhale, iyi bir merhale oldu bizim için.
 Ama ben bugün geçmiş anılarıma bir ara verip bugüne dönüp , dün gece olan bir olayı anlatmak istiyorum.
 Dün gece Bodrum'daki bahçemizde dostlarımla mütevazi bir akşam yemeği yerken internete bakmak aklıma geldi. Zira 4 mayıs 2013 tarihi benim için önemli bir olaya tanıklık edecekti.A.B.D Florida State Üniversitesinde doktora eğitimini bitiren kızım Burcu Göker bu tarihte yapılacak törende cüppe giyecek ve diplomasını alacaktı.Aylar öncesinden cüppesi ısmarlanmış hazırlıklar yapılmıştı. Hatta cüppe ısmarlama olayını okuyunca epey gülmüştüm. Zira bildiğiniz gibi Amerikalılar oldukça iri kıyım insanlar. Cüppeler de beden beden dikiliyor ve ne yazık ki Amerikalılar gore tasarlanan bu cüppelerin en küçük small bedeni bile Burcu'yu 3 kere sarıyormuş.Burcu  da içinde kaybolacağı bu cüppeyi giymek zorunda kalacakmış törende.
 İşte günlerdir beklenen tören dün olacaktı. Ben de yemek sırasında dostlarımı bir kaç dakika yalnız bırakıp internetimi açtım. Birden bilgisayar ekranında Burcu'nun cüppesi ile resmini görünce içim bir tuhaf oldu. İnsanın 9 aydır yüzünü görmediği, ne zaman göreceği de belli olmayan evladını bu kadar zaman sonra doktor cüppesi içinde görmesi çok duygusal oluyor. O anda heyecandan ağlamadım ama şimdi ağlıyorum.
  Bu doktora töreni Burcu'nun çok mücadeleli geçen eğitim yaşamının sonu, daha mücadeleli geçecek gibi gözüken çalışma yaşamının başı oluyor. Burcu bu savaşı terketmedi. Ben olsaydın şu ana kadar çoktan terk ederdim. Sanıyorum ki başka kişiler de benim gibi yapardı. Zira çok engellerle karşılaştı bu mücadelede.Kimi zaman bu engellere, alt oymalara, kıskançlıklara, çelme takmalara kazasız belasız katlandı, kimi zaman stresten hasta oldu, organları bile isyan etti bazen.Ama o yılmadı. Savaşı daima mücadeleyi bırakmayıp sona kadar direnenlerin kazanacağını biliyordu.Evet gerçekten savaşın galibi mücadeleyi bırakmayanlar oluyor.
  Bu törende Burcu'nun yanında olmak çok isterdim. Ne yazık ki A.B.D çok uzak. Daha önceleri gidebildiğim  bu ülkeye artık yaşım ve sağlık durumun nedeniyle o kadar sık gidemiyorum. Şimdilik sadece Burcu'nun resimleri ile yetiniyorum. Umuyorum ki törenin videosu çekilmiştir ve onu da seyredebilme imkanımız olur.
 Şimdi Burcu'yu daha büyük bir savaş bekliyor. Biliyorum ki her biten savaş, yeni bir savaşın başlangıcı oluyor. Yıllar once büyük kızım Ebru'yu kolej sınavlarına hazırlarken sınavı kazanınca herşey bitecek deme yanlışına düşmüştüm. Sınavlar bitip de Ebru kolej sınavını kazanınca rahatladı. Fakat girdiği kolejde yabancı dil eğitiminin yoğun yapıldığı ilk sene bana 'Hani anne sen sınavı kazanınca bütün sıkıntılar bitecek.demiştin. Oysaki şimdi daha yoğun bir çalışmanın içindeyim.'diye serzenişte bulunmuştu. Ben bir daha çocuklarımın eğitimi sırasında bu hataya düşmedim. Her zaman biten bir olayın arkasından başka sorunlarla dolu bir başka olayın başlayacağını ve yaşamın bu sorunlar yumağı olduğunu anlattım.
 Bundan sonra Burcu köklü bir Üniversitede hocalık elde etmek için mücadele verecek. Hocalık kadrosunu aldıktan sonra oradaki diğer kişilerin alt oyma, kıskançlık gibi kötü huyları ile mücadele edecek. Kısacası hep bir mücadelenin içinde olacak. Ama o sabırlı, inatçı, hoşgörülü bir genç hanım. Bütün bu savaşlardan çıkacak donanıma da sahip.
 Ben inanıyorum ki bundan sonraki bütün savaşlarının da galibi hep kendisi olacak. Bizler de onu uzaktan seyredip alkışlayacağız sadece.Bir de internette resmini haberini görüp ağlayacağız belki de. Gururdan,özlemden ağlayacağız.
 Gördüğünüz gibi bizim Paris maceramız bir sonraki yazıya kaldı. Benimle bugünkü mutluluğumu paylaştığınız için teşekkür ederim.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Paris'te Dikilen Dostluk Fidanları

  Yukarda 29 Ekim 1997 günü Epinay Sur Seine'de  T.C. Türkiye Paris Başkolonsluğu desteği ile düzenlenen Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarının Paris basınındaki yansımalarını görüyorsunuz.
  Bir önceki yazımda Paris'te yenı ders yılı başlangıcında Burcu ile karşılaştığımız ve içinden çıkmakta zorlandığımız için dibe vurmaya başladığımız yaşamımızı ve silkelenmemız gerektiğini yazmıştım. Evet zor günler geçiriyorduk. Gerek Burcu'nun ablasının gidşinden ve yalnız kalmasından kaynaklanan psikolojik kaynaklı mide sorunu, gerek benim ülke ve yuva özlemim bizi dibe vurduruyordu. İşte bu günlerde kafamda bir şimşek çaktı. Evet küçük kızım ve ben  diğer aile bireylerimizden uzak, tanımadığımız, dilini anlamadığımızı bir ülkede yalnızdık. Çok paramız yoktu. Ülkemizde Türk lirası üzerinden kazandığımız gelirimiz Fransız Frangına dönüşünce pek bereketli olmuyordu. Bu sebepten hep hesaplı para harcamak zorunda idik. Çok hesaplı harcadığımız halde ev kirası, sabit masraflar ve yaşam giderleri  ayda 10 bin franklık bir gider listesi çıkarıyordu. Neyse ki Fransa'da  Devlet eğitimi ücretsizdi.Yol, ulaşım giderleri çok düşüktü. Buna rağmen yaşamak için harcadığımız pra ülkemizde elde ettiğimiz gelirle çok zordu. Eczacıbaşı Vakfından aldığımız burs çok düşüktü. Evimiz Türkiye'deki evimize gore çok küçüktü. Belki bir öğrenciye iyi gelebilecek bu yaşam benim gibi belli yaştaki bir kadına zor gelebiliyordu. Ayrıca Türkiye'de bıraktığım eşimi, arkadaşlarımı , akrabalarımı ,ülkemi çok özüyordum.İlk Paris'te yaşamaya başladığım günlerde deniz olmayan bu şehirde ben nasıl yaşayacağım diye çok düşünmüş ve ağlamıştım. Sonra kolayını bulduk.Evet deniz yoktu ama Sen nehri vardı. Her pazar sandöviçlerimizi hazırlayıp nehir kıyısına gidip deniz hasretimizi giderme yolunu seçtik.
   İşte böyle bunaldığım o günlerde  Paris Başkonsolosluğunu ziyaret ettiğimde Eğitim Müşaviri Turhan Kebelioğlu Bey ki Allah rahmet eylesin,bana dostluk elini uzattı.Burcu'nun öğrencilik kaydı için gittiğim Konsolosluk binasından çayımı içmiş, sohbetimi etmiş çıkarken artık biraz ümidim vardı. Paris'te tanıdıklarım oluşmaya başlamıştı.Bu yeniden bir arkadaş , dost çevresi inşaa etme fikri bana cazip gelmeye başlamıştı.Yeterli Fransızca bilmediğim için Fransızlarla çok arkadaşlık yapma ihtimalım yoktu. Burcu'nun eğitim sebebiyle tanıdığım Fransızlarla da İngilizcem yardımı ile yarım yamalak anlaşabiliyordum. Ama anladığım kadarı ile Paris'te epey Türk öğrenci ve iş sahibi vardı. Onlar da benim gibi ülkelerinden uzak ve yalnızdı.Onlarla dost olabilir, bu ülke özlemimize beraberce  dayanabilirdik.Hem eğitim için dünyanın en gelişmiş, kültür ve sanat merkezinde bulunuyorduk. Bu şehrin imkanlarından faydalanabilirdik. Şehri gezmek, kültürel, sanat altıvitelerine katılmak iyi fikirdi. Diyeceksinz ki bunlar para ister. Bu Paris için geçerli değil. Çümkü hergün Paris^te ücretsiz bir çok konser, sergi , gösteri olduğunu öğrenmiştim. Geçen yıl Ebru ile bir çok aktiviteye gitmiştik bu sekilde. Her hafta muntazaman çıkan Periskop isimli ufak dergi bu aktiviteleri bulmakta çok yadımcı oluyordu. Kısacası bu şehirde yapacak çok şey vardı. Sıkılmak, eve kapanmak gereksizdi. Bir çok arkadaşımız olabilir, bir çok etkinliğe katılabilirdik. Bunları düşününce eğitim için Paris'te bulunduğumuza şükrettim. Ya daha ücra bir şehre gitseydik eğitim için. Paris'i keşfetmek bile yıllar sürebilirdi.
  Sorunlarımızı böyle çözebileceğimiz düşüncesi ben de bir rahatlık yaratmıştı. Artık Paris'te yaşamaktan korkmuyordum. Hem Paris İstanbul'a çok yakındı. Alt tarafı 3 saatlik bir uçak yolculuğu ile İstanbul'da olabilirdim. Öyle yaza kadar hiç gitmeden kalmak da ne demekti. Pekala noel tatilinde Burcu ile İstanbul'a gidebilirdik. Sadece noel tatilinde İstanbul'a gitme düşüncesi bile içimi rahatlatmıştı.
  İnanın bana sorunlarınızı hafife almaya başlayınca kendiliğinde çözülmeye başlıyor.O günlerden kalma bir alışkanlığımdır. Her sorun kendi çözümünü de beraberinde getirir düşüncesi ile sorunları hafife alırım.Ben böyle düşününce Burcu da kendini daha güçlü hissetmeye başlamıştı.
  Paris'te yalnız olduğumuzu bilen Turhan Bey dostluk elini uzatmıştı.Bana Konsolosluğa onları ziyarete sık sık gidebileceğimi, bana çay ikram etmekten zevk duyacaklarını söyleyince arada Konsolosluğu ziyarete başladım. Konsolosluk ziyaretlerim bana  Paris'e doktora eğitimi için gelmiş Türk öğrencilerle, Türk öğretmenlerle tanışma imkanı sağladı. Her geçen gün tanıdığım arkadaş çevrem artıyordu. Paris'te dostluk fidanları dikiyordum. Daha sonra o fidanlar büyüyecek ve ben altında Burcu ile çayımı içecektim.
  Bir gün Turhan Bey telefon etti.29 Ekimde Paris'in banliyösü Epinay Sur Seine'de Türk Konsolosluğunun çevredeki Türk halkı ile bir Cumhuriyet Bayramı kutlaması tertip ettiklerini ve Burcu'nun bu etkinlikte bir konser vermesini istediklerini söyledi.Bu teklif Burcu için bir şerefti. Hemen Madam Gazeau ile konuştuk. Konser teklifine çok sıcak bakan  Madam Gazeau , Burcu'nun Koreli arkadaşı Hyum Hwa ile bir recital vermesini söyledi ve hemen repertuarlarını hazırlayıp , çalıştırmaya başladı.
  İşte bizim Paris'teki yaşamımızı geniş ölçüde değiştiren bu Cumhuriyet Bayramı kutlaması oldu.29 Ekim 1997 Cumhuriye Bayramı kutlamasını ve oluşan mucizeleri bir sonraki yazımda anlatacağım.