Hürriyet

18 Şubat 2013 Pazartesi

Burcu Göker'in Kemanını Almaya Fransa'ya Gidiyoruz.




  Yazıma başlamadan önce her zaman yaptığım gibi yukardaki resimleri açıklamak istiyorum. Birinci resim Rambouıllet'te kaldığımız Mösyö Jerar'ın hanı.İkinci resim Ebru Göker ve Prof. Sylvie Gazeau  Akademide. Üçüncü resim, Ebru ve ben Paris'te bir restourantta yemekte. Dördüncü resim ise Paris Montparnasse Garında.
  1995 senesi mart ayında bir gün Burcu'yu İstanbul'da bakıcı ile bırakıp Ebru ve ben Paris'e gitmek üzere Air France uçağına bindiğimizde içim buruktu. İlk defa Burcu'dan 5 gün ayrı kalacaktım. Bir yandan da Ebru ile çıkacağımız bu Paris seyahatı için kuşlar gibi hür ve mutlu hissediyordum kendimi. Ebru çok eğlenceli bir yol arkadaşı idi. Ana kız gibi değil çok iyi anlaşan iki arkadaş gibi idik her zaman. Ayrıca Ebru daha önceleri gittiği için Paris'i iyi biliyordu. Burcu'nun kemanını almak üzere çıktığımız bu yolculuk sanırım çok zevkli geçecekti. Bu yolculukta tek sorunumuz kemanın parası olarak yanımızda bulunan yüklü para idi. Yurt dışında yaşamadığımızdan Fransa'da bir bankada hesabımız yoktu, ayrıca bankacılık bugünkü kadar ileri olmadığı için para transferi de kolay değildi. Henüz bilgisayar ve online sistemler yaşamımıza girmemişti. Keman parasını yanımızda nakit olarak götürmekten başka çare yoktu. Bu da bizi gerilime sokuyordu.
  Paris'te uçaktan inince çok rahat bir şekilde Montparnesse garına ulaştık. Fransa'nın özellikle Paris'in şehircilik özelliklerinden biri belki de en güzeli hava alanları ile tren garları arasındaki iletişimin çok rahat olması. Daha sonra Paris'te uzun süre yaşadığımızda evimizden çıkıp hava alanına giderken hiçbir zaman taksi tercih etmedik. Zira arabalı ulaşım trafik sebebiyle çok fazla zaman kaybına sebep oluyor. Paris'te yıllarca evimizden, RER ile iki aşamada yarım saat içinde havaalanına hem de uçağımızı kalkacağı bölüme  ulaşabiliyorduk. RER nedir diyeceksiniz, kısaca onu da açıklayayım . RER , Paris'te Metro hattının bir kat altında yer alan ve ana hatlarda duran hızlı tren gibi bir ulaşım. Yer altında hızlı tren yani.
  Caddebostan'dan, Yeşilköy Hava Limanına sabah Boğaz köprüsü trafiği sebebiyle 5 saatte ulaşan bir kişi için yarım saatte hava limanına ulaşmanın lüksünü düşünebiliyormusunuz. Biz sabah yeşilköy kalkışlı uçuşlarımız için artık geceden hava limanı oteline gidip kalıyoruz ve trafiğe girmiyoruz. Zira aktarmalarla en az 20 saat süren bir Amerika uçuşu için 5 saat te trafikte kaybetmek zulmün en büyüğü oluyor.
  Bu arada şunu da belirteyim . RER ile hava alanına ulaşımda elinizdeki büyük bagajlarınız da sorun olmuyor. Zaten o hatta hep sizin gibi bagajlı yolcu olduğu için herkes birbirine karşı anlayışlı oluyor ve yol veriyor. Anlayacağınız aynı bizim ülkemizdeki gibi.
  O gün Montparnasse garından bindiğimiz Rambouıllet treni 35 dakikalık harika bir yolculuktan sonra bizi Rambouıllet garına getirdi. Yol çok güzeldi. Mart ayı sonu olmasına rağmen yemyeşil rüya gibi yerlerden geçmiştik. Garda inince bavullarımızla kalacağımız Mösyö Jerar'in hanına yürüdük. Zira Rambouıllet küçük bir Fransız kasabası ve gar ile han yakın. Han diyorum. hakikaten kalacağımız bina 1550 yılından kalma eski bir Fransız binası idi. Burada belirteyim. Fransa'da binaları eskidi diye yıkmak yerine onarıp, restore edip, günümüz teknik imkanları ile donatıp yaşanır hale getiriyorlar. Bu da şehri daha enteresan ve tarihi kılıyor.
  Mösyo Jerar'ın hanı 1550 yılından kalma idi ama içine girince hayran oldum. Her odası farklı bir çiçek ismi taşıyan ve ismini taşıdığı çiçeğin renkleri ile dekore edilen bu harika otel  insanı bir masal alemine taşıyordu. Aynı masal duygusunu Antalya Kale içi otellerinde ve Safranbolu'daki konaklarda yaşarken hissettim. Demek ki istenirse bizde de aynı şeyler yapılabiliyor.
  Handa bize ayrılan oda mor menekşe idi. Mor benim en sevdiğim ve gerek giyimde gerekse ev dekorasyonunda cesaretle kullandığım bir renk. Ben mor odayı görünce hayran oldum. Tahta panjurlu kocaman pencereleri , geniş yatakları ile saraylardaki odaları andıran odamıza yerleşince kütüphane odasındaki çay davetine gitmek üzere hazırlandık.Zira hana girince ilk tanıştığımız ve birden içimizin ısındığı Mösyö Jerar bizi kütüphanede çaya beklediğini söylemişti.
  Kütüphaneyi binada arayarak bulduk. Zira ortada çok fazla görevli gözükmüyordu. Kütüphaneye girince şaşırdım. Aynen eski filmlerde olduğu gibi. her duvarı tavanlara kadar kitaplarla dolu büyük bir salondu burası. Salonun tam ortasında devasa elips biçimi bir masa ve üzerinde çay , kahve servisi , envai çeşit kekler, çörekler vardı. Masanın etrafında değişik milletlerden 10 kadar kişi oturmuş ve çay içiyorlar, sohbet ediyorlardı.
  Biz salona girince herkes bizi selamladı ve elimizi sıkıp bonjour deyip kendini takdim etti. Biz de oturup çaylarımızı alıp sohbete başladık. Tabii sohbet eden Ebru idi.Zira ben Fransızca bilmiyordum. Sadece onları dinlemekle yetiniyordum.
  Ebru sohbeti sırasında arada dönüp bana açıklamalarda bulunuyor ve benim söylediklerimi de onlara tercüme diyordu. Anladığım kadarı ile bu kişiler bizim gibi handa kalan kişilerdi. Bir çift bisiklete binmek için tatil amaçlı gelmişlerdi. Fransa'da adet: Haftasonları aileler otomobillerinin üzerine bisikletlerini takıp banliyodeki ufak yerleşim yerlerine giderler ve hem bisiklete binip spor yaparlar, hem de tatil yapıp dinlenirler. Şehirin keşmekeşinden uzak geçirdikleri bir iki gün ,dönüşte onların motivasyonunu artırarak daha sağlıklı çalışmalarına sebep olur.
  Sohbet koyulaştıkça beraber bir kaç gün geçireceğimiz kişileri de tanımaya başladık. Onlar bizi çok merak etmişlerdi. Orijinimizi sordular. Yani hangi ülkeden geldiğimizi. Zira nereden geldiğimizi anlamamışlardı. Ebru aksansız harika Fransızca konuşuyordu ama yanındaki yaşlı hanım  yani ben Fransızca  konuşamıyordum. Ebru sohbet ettiği kişilere bir oyun oynamak istedi. 'Siz bilin bakalım biz neredeniz 'diye cevap verdi. Bu cevap üzerine herkes 'Aranızda konuşun, tahm,n edelim.'dediler. Biz Ebru ile Türkçe konuşmaya başladık. Dikkatle dinleyen masa başındakiler çeşitli tahminlerde bulunmaya başladılar. İspanyol, Catalan, Grek ,Bulgar, Macar .Kimsenin aklına Türk demek gelmiyordu.
  En sonunda Ebru bu oyunun fazla uzadığını düşünerek 'Türküz biz.' dedi. Masa başındaki herkes sanki sözleşmiş gibi hep bir ağızdan 'AA olamaz, szi Türk Olamazsınız. Siz Türkçe Konuşmuyorsunuz. Bizim  Türk tanıdıklarımız var.Sizin gibi konuşmuyorlar. Siz şarkı söyler gibi bir dil konuşuyorsunuz.'dediler.
  Masa başındakilere Türk olduğumuzu, İstanbuldan geldiğimizi, İstanbul Türkçesi konuştuğumuzu, Bütün dünya dillerinde olduğu gibi Türkçede de bölgelere göre lehçeler olduğunu. tanıdıkları kişilerin belki Türkiye'nin başka bölgelerinden geldikleri için bölgesel lehçelerinin bizden farklı olabileceğini, ama esas Türkçenin İstanbul Türkçesi olduğunu, Ebru çok blimsel ve güzel bir dille anlattı. Ne de olsa Ebru Türkiyede edebiyat  dersinde Karacaoğlanın şiirinde Türkçede esas lehçenin İstanbul lehçesi olduğunu daha lise yıllarında öğrenmişti.
  Rambouıllet'teki harika 5 günümüzü anlatmaya devam edeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder