Hürriyet

17 Nisan 2013 Çarşamba

Türk, Japon ve Koreli 4 Kadın Sion'da tepedeki Şato'ya çıktık.


 Yazıma başlamadan önce her zaman yaptığım gibi önce resimleri açıklamak istiyorum. Birinci resim Burcu Göker ve Paris'teki öğretmeni Prof. Slyvie Gazeau,İkinci resim de ise bu yazımda da anlattığım Cenevre Sion'daki Tibor Varga masterclasında Burcu, Madam Gazeau ve Japon kemancı Mineko, Mineko Japonya'dan Oseka şehrinden gelen bir kemancı kızdı. Aynı fuayede 15 gün beraber kaldık. Çok iyi dost olduk.Temizliğine, ciddiyetine hayran oldum.   Bu masterclasstan sonra o ülkesine döndü. Uzun bir süre haberleştik. Ama sanırım yollarımız ayrıldı. Epeydir haber alamıyoruz. Umarım onun cephesinde herşey yolundadır.
 Gelelim benim Sion'da tuttuğum günlüklerime.
 Bugün 5 Ağustos saat 10 ,Burcu otelde çalışıyor.Ben şehri tanımaya ve yürüyüşe çıktım.Bugün burada üçüncü günümüz.Sabah fuayede bütün kursiyerler aynı salonda kahvaltı ediyoruz. Yavaş yavaş diğer kişileri de tanımaya başladık. İlk tanıdığımız kişi Japonya'dan gelen bir kemancı kız. İsmi Mineko. Çok şirin, ufak tefek, biblo gibi bir kız. Ben ona Miniko diyorum.Nasıl ciddi, nasıl titiz anlatamam, Sabah kahvaltıya indiğinde elinde bembeyaz , mis gibi kokan bir ıslak bez vardı. Kahvaltıdan önce ve sonra ellerini iyice sildi bu beze. Eskiden küçüklüğümüzde annelerimiz de yemekten sonra böyle ıslak, sabunlu , mis gibi bezlerle ellerimizi silerdi. Onu hatırladım o zaman.
 Kahvaltıda her masada bir büyük kavanoz reçel ki bunların fuayeyi yöneten rahibeler tarafından pişirilmiş olduğunu daha sonra öğrendim,süt, kahve ve sıcak su termosları ve tereyağ vardı. Rahibeler de sıcacık kurvasan, ekmek sepetlerini dağıtıyordu. Tabii bana bu kahvaltı çok zayıf geldi. Her sabah ülkemde çeşit çeşit peynir, zeytin yemeye alıştığımız için tereyağ, reçelli kahvaltı hakikaten zayıftı. Kahvaltıdan sonra ilk fırsatta fuayeye yakın Migros markete gidip peynir almaya karar verdim.
 Şu anda harika bir yeşillik içinde yürüyorum. Burası daha önceden de söylediğim gibi cennetten bir köşe.Hertaraf yemyeşil dağ. Bunların arasında serpiştirilmiş evler. Sanki bu yeşilikle yetinmemişler. Her ev pencerelerine saksılar koymuş ve içine çeşitli renklerdeki çiçekleri dikmiş. Öyle ki heryer sanki çiçek cümbüşü.Kendimi burada masal ülkesindeki Alis gibi hissediyorum.Hava tertemiz ve ılık. Yollarda minik kuşlar yürüyor sizinle.
  Sabahtan yürüyüşümü bitirip öğle yemeğinden sonra Concourun yapılacağı salona gideceğim. Hergün Concour olacak. Dünyanın bir çok ülkesinden gelmiş bir çok kemancı hergün bu Concour için çalacak. Listeyi önceden astılar. Kimin hangi saatte çalacağını ilan ettiler. Üç aşamalı yapılacak bu yarışmada herkes aynı eserleri çalacak. Zorunlu eserlerin sonunda de kendi seçtikleri ve müzikalitelerini gösteren bir eseri çalacaklar. Oldukça çekişmeli geçecek bu yarışmayı isteyen salonda dinleyecek ve hatta dağıtılan kağıtlara görüşlerini yazıp jüriye iletebilecek. Kısacası halk jürisi  gibi de bir olay da olacak. Bizim görüşlerimizi de dikkate alacaklarını duydum.
 Bir çok iddaalı kemancıdan bu zor eserleri dinlemek çok zevkli olacak anlaşılan.
  Dün akşam üzeri tepedeki şatoya çıktık. Hyum Hwa'nın teyzesi, Burcu, ben ve Japon kemancı Mineko. Hyum Hwa gelmedi. Odasında kalıp çalışmayı tercih etti. Dün hepsi Burcu'nun dersini dinlemeye geldiler. Burcu'dan korkuyorlar, bunu hissediyorum. Burcu gerçekten çok iyi. İstanbul'da 1.5 ay hiç çalıştırılmadı, buna rağmen Madam Gazeau bile  Saint Seans'ı daha önce çalıştığını zannetti. Çok çabuk öğreniyor, adeta deşifre ederken çalmaya başlıyor. Tabii Burcu'yu derste dinleyince Hyum Hwa'ya bugün otelde kalıp çalışmak düştü.Gece saat 10 da geldiğimizde hala çalışıyordu. Ne hırs Allahım. Gelelim Şatoya. 45 dakika yokuş yukarı yürüdük. Bir an kalbim duracak zannettim. Yukarı ulaşıp o harika manzarayı görünce yürürken bütün çektiklerimi unuttum. Aynen doğum gibi.
  Şatonun arkasında dağın öbür yüzünde başka bir yerleşim alanı var.Tepede oturup bir süre orayı seyrettik. Japon, Koreli ,Türk 4 kadın, Türkçe,Japonca, İngilizce, Fransızca çok güzel anlaştık.Birbirimize adetlerimizi, çocukluğumuzu ve ülkelerimizi anlattık. Onlar Türkiye'yi hiç bilmiyorlar.Yerini bile bilmiyorlar. Biz daha şanslıyız. Hiç değilse onların ülkelerinin yerlerini coğrafya derslerimizde okumuştuk. Bu arada en ağırıma giden Korelilerin bir zamanlar Kore savaşı sırasında Türklerin ülkelerine gelip onların iç savaşında onları savunduklarından haberleri olmaması. Sohbetimiz iyice koyulaştı. Hatta ben Japonyadaki Fujiyama yanardağını ilk okulda öğretmenlerimizin Pijama yanardağı diye öğrettiğini ve böyle daha kolay aklımızda kaldığını anlattım, çok güldüler.
 Akşam yavaş yavaş çökerken dağdan indik. Sokaklarda yürüdük. Sokak arasında bir çeşme bulduk. Buz gibi harika bir su akıyordu. elimizi yüzümüzü yıkadık, su içtik, çocuklar gibi eğlendik. Mağazaların yarı loş ışıklı vitrinlerinde mücevherlere baktık. Biraz evvel dağda hepimiz kraliçe, prenses olduğumuz farzetmiştik. Bu sebepten mücevherler bize hafif geldi. Biz yukarda Şatoda daha ağır ve kıymetlilerini takmıştık hayalen.Sonra bir katedrale girdik. Hiç kimse yoktu ve kapısı sonuna kadar açıktı. Işıklar yanıyordu. Dua ettik. Koreli hanım Katolik, Japon Budist, biz Müslüman. Hepimiz birer sıraya oturup Allahın evinde dua ettik, isteklerimizin gerçekleşmesi için ondan yardım diledik. O anda din ayrımı olmadan hepimizin Allah yaklaştığımızı hissettim. Otele döndüğümüzde uykuların en güzeline dalarak bir Sion gecesini bitirdik.
 Dün Simyacıyı okumaya başladım.Kıtabin daha başında anladım ki ben de Simyacıyım. O dünyayı dolaşıp hazineyi arıyor, biz ise Burcu'nun başarısını. İnşallah muvaffak oluruz. Burcu Paris'e geldiğinde beu yana çok fark etti. Gerek müziğinde gerek kişiliğinde çok olumlu değişiklikler oldu.
 Bir başka günün anılarında buluşmak üzere.........

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder