Hürriyet

3 Nisan 2013 Çarşamba

Kaçılın Tiyatrocular Geliyor.


 Paris'teki birinci eğitim yılımızın sonunda Burcu haziran sonu gibi Türkiye'ye döndü. Ebru da döndü tabii. Hem de masterini bitirmiş olarak. Ama Ebru masterdan sonra kabul almış olmasına rağmen doktora yapmak istemedi ve Akademik kariyer yerine Avukatlığı seçti ve ben çalışma hayatıma başlayacağım dedi. Biz onun kararına saygı duyduk.   Burcu ise Paris'teki yaşamına devam etmek istiyordu. Fransa'da Türkiye'de rastlamadığı şekilde sanata ve müziğe saygı duyulduğunu görmüştü. Artık o düşünceleri, davranışları gören bir kişinin tekrar eski günlerine dönmesi imkansızdı. İnsanlar güzel şeylere çok çabuk alışıyorlar. Kaldı ki o daha bir çocuktu ve çocuk yaşında bu farklılığı fark etmişti.
 15 Yaşında bir çocuğun Fransa'da tek başına eğitim yapması hem teknik, hem de kanuni yönden imkansızdı. Peki biz ne yapacaktık,bu sorunun altından nasıl kalkacaktık. Gene bizi çözülmesi gereken büyük sorunlar bekliyordu. Fransa Hükümeti 15 yaşında bir çocuğa oturum vermiyordu. Geçen yıl da Burcu geçici vize ile gitmiş , ablası onun vasisi olmuştu Fransa'da. Bu yıl abla olmayınca ne olacaktı. Yanında majör bir büyük olmadan Fransa'da oturması imkansızdı Burcu'nun.
  Bu sorunlarla dolu bir yaz bizi bekliyordu. Ayrıca Ağustos 1997 de Cenevre Sion'da Tibor Varga'nın masterclasına davetli olan Burcu ile bu sefer ben gidecektim.Kısacası dolu dolu günler geçirecektik.
  İsterseniz bu dolu günlere geçmeden  İstanbul'da Konservatuar günlerinde daha önce anlatmadığım iki konser anımızı paylaşmak istiyorum siz okurlarımla. Zira bu iki konser Burcu'nun yaşamında çok önemli yer tutar. Önce anlatarım, sonra neden yer tuttuğuna karar verirsiniz.
  Birinci olay Kasım 1992 tarihini taşıyor. İstanbul üniversitesi Devlet Konservatuarı tam zamanlı orta 1.sınıf öğrencisi Burcu. Günlerden bir kasım günü, Okul yönetiminden bir davet aldık.Yukarda davetiyesini yazıma eklediğim Resim sergisinin açılışında bir dinleti yapmasını istiyorlardı Burcu'dan. Burcu küçük yaşına rağmen hiçbir dinleti davetine hayır demediği ve bu konularda epey deneyim kazandığı için olabilecek etkinlikte ilk akla gelen isim oluyordu. O gün Burcu'dan başka iki öğrenci daha okul tarafından bu sergiye gönderilmek üzere yönlendirilmişti. Diğer öğrenciler Burcu'dan üst sınıflardan ve yaşça büyüktüler.
 Sergi Çemberlitaş'da Basın Müzesinde akşam saatlerinde bir kokteyl ile açılacak ve öğrenciler bu açılışta çalacaktı.
  O gün saat 17.00 olmamız gereken dinletiye gitmek üzere ders bitiminde okul kapısında buluşmak üzere diğer öğrencilerle sözleştik. Sözleştik diyorum, zira diğer öğrenciler büyük oldukları için tek başlarına gidebilirlerdi ama Burcu tek başına pek gidemezdi. 10 Yaşında bir çocuğu tek başına Kadıköy'den gece vakti Çemberlitaş'a gönderip , geri gelmesini beklemek biraz serüven olurdu bence. Zaten iyi ki ben de gitmişim çocuklarla.
  O akşam üzeri okul kapısında buluştuğumuzda gök yarılmış gibi bir yağmur yağıyordu. O yağmurda koşa koşa Eminönü vapuruna attık kendimizi. Vapurdan indiğimizde yağmur daha da şiddetlenmişti. Akşam saatleri olması, yağan yağmur ve İstanbul'un trafiği birleşince Eminönü iskelesinde Çemberlitaş'a gidecek otomobil bulmak imkansız gibi gözüküyordu. Yakın yerde değildik ki yürüyelim.Biz bir araba bulup kendimizi içine atana kadar sırıl sıklam olmuştuk. En büyük korkum çok fazla yoğun çalışma şartları içinde olan Burcu'nun bu şartlarda üşütmesi ve hasta olması idi. En ufak bir nezle bile Burcu'nun çalışmasını aksatabilirdi.
  Biz arabada sularımızı silkelemeye çalışırken araba trafikte yavaş yavaş ilerliyordu. Şöför Çembelitaş'a gelmeden ben buraları giremem diye bizi yarı yolda indirdi. Bütün direnmeme rağmen söföre laf dinletememiş ve Basın Müzesinden epey uzak arabadan inmek zorunda kalmıştık. Üstelik bu yağan yağmurda. Yürümeye başladık. Ben bir yandan iyi ki bu çocukların yanında ben varım diye seviniyor, bir yandan da bir an önce varalım daha ıslanmayalım diye koşmaya gayret ediyordum.
 Nihayyet Basın Müzesine vardık. Vardığımızda hepimizin saçından sular akıyor, üstümüz başımız su içinde idi. İyi ki Burcu'nun kapüşonu , benimde çantamda şemsiyem vardı. Diğer öğrenciler ise oldukça ince montlarla idiler. Aylardan kasımdı ve sabah hava güzeldi evden çıktığımızda. Ama ben yıllardır çantamdan çok ufak bir şemsiyeyi ihmal etmem. Bu bir alışkanlık oldu ve çok faydasını gördüm.
 Basın Müzesine girdiğimizde bir çok şık davetlinin Sergi açılışı için geldiğini gördük. Salonda çok güzel ve elit bir atmosfer vardı. İçerdeki şık, kuru ve elit azınlık kapıdan sırılsıklam giren gariban müzisyenlere bakıyordu şaşkınlıkla. Hakikaten çok komik bir kılığımız vardı.Aklıma o anda daha önce okuduğum bir yazı geldi. Ortaçağlardan gelen bir söz varmış Almanya'da. 'Kaçılın Tiyatrocular Geliyor.'derlermiş. O zamanlar Almanya'da köylere gezginci tiyatro toplulukları gelirmiş. Bunlar o kadar gariban ve fakirmiş ki, onların geldiğini gören köy halkı sokaklardan çamaşırlarını , eşyalarını toplar evlere kaçarmış. Tiyatrocular öteberilerini çalmasın falan diye. Bir anda kendimi o fakir ve gezgin Tiyatrocular gibi hissettim o salona sırıl sıklam girince.
 Bize bir yer gösterirler, kurulanırız,biraz adam içine çıkar duruma geliriz diye düşünürken Sergi sahibesi hanım geldi ve hemen dinleti başlasın, çok geç kaldınız, sizi bekliyoruz dedi.
  Çocuklar aç mı, yorgun mu, saçlarını taramak isterlermi diye soran yoktu. Dinleti başlasın. Sanki bu insanlar kuruldu mu çalan kuklalar. Tabii Sergi sahibesinin sözünü dinledik. İlk çalacak olan Burcu idi. Burcu hemen kemanın açtı ve çalmaya başladı. Ben o çalarken bir yandan yanında onun saçlarını düzeltmeye çalışıyordum.Diğer çocuklar ise birer sandalye bulmuş , dinlenmeye çalışıyordu.İkinci resimde çocukların vahameti açıkca belli oluyor.
 Neyse o gün kazasız belasız o dinletiyi atlattık. Ama bana o olay ders oldu ve bir daha gittiğimiz her hangi bir dinletide önce çocuklar dinlensin, üstlerini toparlasın ve karınlarını doyuralım, sonra çalsınlar demeye başladım.İyi ki o gün o çocukların yanında ben vardım . Böyle olmasına rağmen daha sonraki günlerden rastladığım o gün beraber gittiğimiz öğrencilerden birinin o gün üşütüp ağır bir nezle geçirdiğini öğrendim. Sanatçıya yapılan bu muamele o gün çok ağrıma gitmişti. Ülkemde yapılan bu muameleye gördükten sonra Paris'te gittiğimiz bir konser öncesi gördüğümüz onur verici karşılama beni çok etkilemişti. Burcu'nun ilk Paris konseri, 12. Bölge Belediye Sarayında olmuştu ve bunu daha önceki yazılarımda anlatmıştım. O konser öncesi Belediyede özel açılan hazırlık odaları, çalışma odaları, ikramlar inanılmazdı. Bir kırmızı halı sermedikleri kalmıştı o gün Belediye'de. Bu muameleyi gördükten sonra ülkemde karşılaştığım olaylar daha içimi acıtıyor. Ama zaten ülkemde klasik müzikçi olarak hiç bir değerimiz yok ki. Ne iş yapacağını bilmediğim Akil adamlar ki sözü dinlenen,sözüne güvenilen, birikimi olan,toplumun çeşitli kesimlerinin itibarını kazanmış kişiler, arasında Hülya Avşar ve Kadir İnanır'den başka Sanatçı yok. Onların sanatına bir şey dediğim yok. Ama .......

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder